Hey güzel İstanbul

29 Ağustos 2022 - 16:02

Eski İstanbul üzerine yazılan çizilen makalelerde şehrin “bozulmuş” olduğu teması her dönemde öne çıktı. Her kuşak kendi İstanbul’unun güzelliği konusunda iddialıydı.

Birinin anlatmakla bitiremediği İstanbul için iki kuşak önceki yazar rahatlıkla “Bu şehir artık bitmiştir” diyebiliyordu. Oysa İstanbul her dönemde güzel bir şehir olarak varlığını sürdürebilme kabiliyetine sahip olduğunu asırlar boyunca ispat edegeldi. İstanbul bugün de çok güzel bir şehir. Eğer öyle olmasaydı Avrupa ve Amerika’dan ilk kez gelmiş olanları büyüleyebilir miydi?

Gazeteciliğe 1950’lerde başlamış olan Hasan Pulur’a göre İstanbul 1970’lerde “çok bozulmuş bir şehir” kimliğine bürünmüştü. Hasan ağabey bu görüşünü hem yazılarında açıklar hem de özel sohbetlerimizde bizlere anlatırdı. Onun neşesini kaçırmamak için “Hasan Abim sen ne diyorsun, biz 1970’lerde bu şehrin güzelliklerden nasıl yararlanıyorduk biliyor musun?” diyemezdik.

Şimdi Hasan Pulur ağabeye anlatamadığım, onun beğenmediği yıllara ilişkin bu şehirde yaşadıklarımızın bir bölümünü paylaşmak istiyorum.

1970’li yıllara gelene kadar İstanbul’un eğlence merkezi Boğaz’ın iki yakasındaydı. Moda, Küçüksu, Tarabya, Büyükdere, Poyraz ve Büyük Liman plajları, tramplenleri, atlama kuleleriyle heyecan yaratırdı. Boğaz’ın iki yakasında yer alan Ortaköy, Beylerbeyi, Kanlıca, Sarıyer ve Beykoz Kültür Cemiyetleri’nin her yaz ortaklaşa düzenledikleri “Boğaziçi Kültür Şenliği”nde yüzme, kürek, basketbol, voleybol, futbol, briç, bezik, satranç ve tiyatro yarışmaları yapılırdı. 15 gün süren şenliklerde çok sayıda millî sporcu ter dökerdi. Şenliğin finali Beykoz Gençlik Kulübü’nün deniz kenarındaki tesislerinde yapılırdı. Basketbol sahasına Sümerbank Beykoz Deri ve Kundura Fabrikası’nın işçi yemekhanesinden getirilen 20’şer kişilik dikdörtgen devasa masalar dizilirdi. Üzerleri beyaz örtülerle kaplanır, davetliler en şık giysileriyle geceye katılırlardı. Yerel orkestraların dans müziği eşliğinde yemekler yenir, danslar edilirdi. Yerel orkestra deyince hafife alınmasın lütfen. Bir tanesini söyleyeyim gerisini siz düşünün artık. Kanlıca Altılısı’nın solisti Yavuzer Çetinkaya, solo gitaristi Nejat Yavaşoğulları idi! Gecenin sonunda sahneye Türkiye’nin Tom Jones’u Ertan Anapa ve Ajda Pekkan çıkarlardı. Ajda o yıllarda henüz “süper star” değil, ilçede iki sinemanın sahibi olan Ali Pekkan’ın yeğeniydi. Sponsorluk diye bir kavram daha hayatımıza girmemişti. O yıllara göre devasa organizasyon tamamen “el emeği- göz nuru” dayanışmayla yapılırdı. Para en yüksek değer değildi. Rica minnet bütün sorunları hallediyordu. Spor, dans, eğlence; her şeyin parasız olduğu o yıllarda yetişen gençler arasından hemen hemen hiç iş insanının çıkmaması buna bağlı olabilir mi?

Boğaziçi’nin gençleri, adrenalin yükseltici aktiviteler için de para pula ihtiyaç duymazlardı. Bunu Boğaz seferlerini yapan vapurlara tırmanarak kaptan köşkünden balıklama atlayışlarla hallederlerdi. Bu vapurların en ünlüsü Eminönü’nden hareket edip bütün iskelelere uğrayarak 15.10’da Beykoz’a geldikten sonra Anadolu Kavağı’na kadar gidip dönen “turist vapuru” idi. Fiili adı “Üç on” vapuru olan geminin vakti yaklaşırken pek çok Beykozlu işi gücü bırakır iskeleye gelirlerdi. Denizde ne kadar sandal varsa onlar da geminin arka tarafını görecek şekilde yer tutarlardı. En iyi “ceyk” atlayanlar maymun çevikliğinde geminin dışından en üstüne kadar tırmanırlardı. Sonra da mümkün olan en kısa sürede atlayışlarını yaparlardı. Geç kalanlar ise gemi çımacılarının sopalı saldırılarına uğrayabilirlerdi. Çünkü gemiye tırmanmak ve üstünden denize atlamak yasaktı!

ZEKİ MÜREN İSTANBUL’DA SAHNEDE, 1970 (FOTOĞRAF: DEPO PHOTOS)

"Üç on”, Beykoz’dan ayrılırken geminin alt kat dış kenarlarında oturanlar atlama sağanaklarından ziyadesiyle istifade ederek ıslanmış halde ilçeye veda ederlerdi! Üç on vapuru Beykoz’un günlük eğlence merkezi olurdu. Tabii ki hem atlamak hem de seyretmek için paraya ihtiyaç yoktu.

Boğaziçi’nde ünlü şarkıcıları dinlemek için de durum farklı değildi. Bir sandal bulabilenler Bebek Koyu’nda Zeki Müren’i, Gönül Yazar’ı bedava dinleyebilirlerdi. Meşhur Bebek Belediye Gazinosu garsonları İstanbul’un hâli vakti yerinde olan müşterilerine servis yaparken, Anadolu Hisarı, Kanlıca, Arnavutköy’den gelen sandallardan “Boğaziçi Şen Gönüller Yatağı” şarkısı sahnedeki sanatçıyla birlikte yükselir, gök kubbede hoş seda oluştururdu.

Batı müziği sevenler sandallarını Yeniköy’deki Kulüp Batı ve Kulüp X’in önünde demirler ve o yılların Tarkan’ı Erkut Taçkın’ı beklerlerdi.

Tarabya Oteli’nin verandasında Tanju Okan sahneye çıkardı. İçlerinde bu satırların yazarının da bulunduğu Beykozlu tayfa, kürekleri kilitlenmemiş bir sandal arayıp bulduktan sonra yanlarına aldıkları nevaleleriyle büyük askerî gemilerin bağlandığı bir şamandıra üstünde demlenip Tarabya’ya doğru küreklere asılırlardı. O yıllarda “sandal kaçırmak” Beykozlular arasında kazanılmış bir hak olarak kabul edilirdi!

Saat 23.00’te bütün görkemiyle Tanju Okan sahneye çıkar -şimdi eski itibarını yitirmiş olan- rakılı, şaraplı, sigaralı şarkılarını söylerdi. Garsonlar da çok kibardı. O saate kadar yiyeceğini yemiş, içkilerini yudumlayan müşteriler çağırmadan masalara gelmezlerdi. Arka masalardan birine oturan parasız tayfa da gönül rahatlığıyla Tanju Okan’ı dinleyerek gece 02.00’ye kadar orada kalabilirlerdi.

Hasan Pulur’un “İstanbul bitti” dediği yıllar bizim için en renkli anıların biriktiği dönem olmuştu. O yüzden kuşaklar arasında İstanbul’a ilişkin görüş farklılıkları olabiliyor. İstanbul’un iki kıtayı birleştiren benzersiz özelliği kaybolmayacağına göre bu şehir için “bitti” demek büyük bir haksızlık olmaz mı?

Marmaray kazılarıyla bilinen tarihi 8 bin 500 yıl öncesine giden bu şehir her dönemde farklı güzelliklere sahip dünyanın en kadim yerleşimlerinden bir olmaya devam ediyor. Onu saygıyla selamlamak gerekiyor:

"Hey güzel İstanbul!"

İstanbul
Büyükdere
Boğaziçi
Beykoz
Zeki Müren
70'ler
Ajda Pekkan
Tarih
Müzik
Nazım Alpman
Sayı 011

BENZER

Araştırmalar, genç kesimin geleneksel televizyon yerine dijital platformları izlemeyi tercih ettiğini gösteriyor. Dijitale uyum yaygınlaştıkça seyirci kitlesinin de genişlemesi bekleniyor. Teknoloji pek çok alışkanlığımızı, günlük hayatımızı etkilemeye devam ediyor, buna karşılık bizim değişen beklentilerimiz de içerik gibi bize sunulan ürünlerin biçimini, niteliğini daha net belirliyor. İnsanın teknolojiyle dansı dijital platformda devam ediyor!
Bugünün orta yaşlıları Taksim Meydanı’ndan kalkan eski Amerikan arabasından bozma (daha doğrusu yapma) dolmuşları; muşamba kaplı koltuklarını, zor açılan kapılarını, her zıplamada çıkardığı gıcırtıyı, ince direksiyonunu ve direksiyonun yanında yer alan vitesini rahat hatırlarlar, çok eski bir geçmiş mevzubahis değil. Dolmuşun tarihi ise 15. yüzyıl Haliç’indeki kayık-dolmuşlara uzanıyor; taksi-dolmuşlar ise 1930’lu yılların İstanbul’unda yaşanan ulaşım sorununu çözmek için İstanbulluların geliştirdiği bir nevi “sivil inisiyatif”. Dolmuş, özel bir toplu taşıma aracı olduğundan, yabancı kaynaklardaki İstanbul yazılarında da “dolmus(h)” olarak anılır ve şehri bilmeyen herkesi bir muammaya sürüklemeye bugün de devam eder.
Mücevher tasarımcısı Avedis Kendir, dokuz yaşında kapısından adım attığı Kapalıçarşı’da çıraklıkla başlayan kariyerinde II. Elizabeth için mücevher de tasarlamış, çocukken hayranı olduğu Kristof Kolomb’dan esinlenerek yaptığı Santa Maria’sıyla İspanya’da, Kolomb’un naaşının bulunduğu Sevilla Katedrali’nde de yer almış. Hayallerini gerçekleştirmiş olsa da her sabah Cağaloğlu’ndaki atölyesinde aynı heves ve heyecanla geçiyor masasının başına. Çok sevdiği ülkesinden ve İstanbul’dan ilham almayı sürdürdüğünü söylemeden de geçemiyor.