Ercan Kesal: "Görünenin arkasında mutlaka başka bir gerçek vardır"

Fotoğraf
Cem Gültepe
28 Ağustos 2020 - 09:17

Ercan Kesal, yazarlığı, senaristliği ve oyunculuğuyla hiç şüphesiz 2000’li yılların en önemli, en üretken isimlerinden biri. Kendine has bir aurası var Ercan Kesal’ın. Bir filmde veya dizide küçük bir rol oynasa bile sanatseveri oraya doğru çekmeyi başarıyor. Nasipse Adayız’ın 39. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma’daki başarısı dışında festivalde en iyi kısa film seçilen Siyah Güneş’te de bir rolü olmasına şaşırmıyoruz. Kesal’ın hayat hikâyesinden de hep güzel filmler doğuyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da’sı Kesal’ın köy doktorluğu yaptığı dönemde şahit olduğu bir olaya dayanıyordu. Şimdi Kesal, Nasipse Adayız ile İstanbul’da doktor iken kendini belediye başkanı aday adayı olarak siyaset arenasında buluşunu anlatıyor.

Ercan Kesal

Nasipse Adayız, otobiyografik unsurlar içeren bir hikâye. 2000 yılında bizzat yaşadığınız, İstanbul’da geçen bir belediye başkanlığı aday adaylığı macerasını kurmaca filtresinden geçirerek anlatıyorsunuz. Film aynı zamanda 2015’te yayımlanan romanınızın bir nevi uyarlaması. Romanı yazarken size “bundan film de olur” dedirten bir an olmuş muydu? Yoksa romandan sonra mı bu kararı aldınız? Süreç nasıl gelişti?

Nasipse Adayız’ın senaryolaşma süreci biraz inişli çıkışlı oldu. İlk düşüncem film yapmaktı ve bu yüzden sinopsis, tretman ve sahne yazımlarına başlamıştım. Bir süre sonra yazma üslubumun da verdiği cesaretle metnin pekâlâ bir kısa roman ya da novellaya dönüşebileceğini fark ettim. Elimdeki notları ve sahneler halinde yazdığım bölümleri bir araya getirdim. Ortaya 2015 yılında yayımlanan Nasipse Adayız kitabı çıktı. Sonrasında ise artık bir kitaba dönüşmüş metni daha rahat senaryolaştırabilecektim. Kitabın ruhunu taşıyan ve bir günde geçen senaryo böylece daha sıkışık, dolu ve sürükleyici oldu.

Türkiye sinemasında belki de ilk defa Nasipse Adayız sayesinde gerçekçi bir anlatımla siyaset cangılının bilinmeyen köşelerinde geziniyoruz. Daha önce oyuncu ve senaryo yazarı olarak çalıştığınız filmlerden, o tecrübelerden ilk filminize taşıdığınız şeyler oldu mu?

Oyunculuk ve senaristlik deneyimlerim elbette işimi kolaylaştırdı. Yanı sıra; iyi bir görüntü yönetmeni, deneyimli yardımcı yönetmenler ve yazılanın dışında da seçenekler sunabilen iyi oyuncular. Bitmiyor. Filminizi ve sizi iyi anlamış bir kurgucu. İyi bir post süreci... Bu yüzden film çekmek her şeyiyle yönetmenin dünyasının gerçekleşmesi olsa da, ancak o dünyaya inananların katkılarıyla tamamlanan bir ekip işidir. Tüm bu bileşenler ilk filmimde istediğim gibi bir araya geldi şükürler olsun! Nasipse Adayız’a karar vermem ise, belki de bildiğim sularda gezme arzusuydu. Güvenli ve tanıdık. Hem oyunculuk hem yönetmenlik yapmaya karar verdiğim için iyi bildiğim ve yıllarca hemhal olduğum bir konuyu seçtim: Kişinin bitmek bilmeyen iktidar talebi ve bunun için yapabileceği şeylerin sınırı.

Nasipse Adayız, Ercan Kesal'ın kendi siyasi macerasından ilham aldı

Nasipse Adayız aynı zamanda bir İstanbul hikâyesi ama İstanbul’un filmlere pek de fon olmayan caddelerinde ve sokaklarında geziyoruz. Film, bu hikâyeyi bizzat yaşadığınız Okmeydanı’nda geçiyor. Okmeydanı sizce filme ne kattı?

Gerçeklik duygusu. İlham kapılarını açtı. Yirmi sene önce başka bir nedenle gezdiğim sokakların ya da düğün salonunun yirmi sene sonra yeniden fark ettiğim özellikleri. Ön hazırlık sırasında Simge Düğün Salonu’nda gezinirken mekândaki gelin odasını fark ederek, Kemal-Arzu kavgasını o odaya taşıyıp sahneyi yeniden yazdım örneğin. Yıllar sonra bu kez başka bir sebeple muhatap olduğum yerel halkın bir kısmını filmde oynamaya ikna etmek bile çok farklı bir deneyimdi. Âdeta yaşanmış bir anın replikasının peşindeydim. Bunu yaparken elbette senaryodan kopmadım ama her türlü ilham ve değişime de açık oldum. Bu beni hem kamera önünde hem de arkasında sürekli diri tuttu. Çekimler boyunca Bir Zamanlar Anadolu’da’nın çekim sürecinde yaptığım gibi, her günü üzerine uyumadan günce olarak yazdım. Tüm yaşananların, film çekmek de dahil, esasında kişinin kendiyle hesaplaşması ve yüzleşmesi olduğunu anladım.

Semtte nasıl bir değişim gözlemlediniz? Orada sahibi olduğunuz hastanede yaptınız çekimleri, değil mi?

Filmdeki tüm mekânlar, hastane dahil yirmi yıl önce hikâyenin geçtiği gerçek mekânlardır. Ön hazırlık ve çekim sürecinde karşılaştıklarım bana, tek başına bir filmi yönetmenin ötesinde dünyayla, zamanla ve kendimle olan meseleler üzerine şaşırtıcı bir aydınlanma ve içgörü kazandırdı. Okmeydanı elbette değişmiş. Sosyal anlamda. Mekânsal, ekonomik ya da başka şeyler. Daha kalabalıklaşmış. Yeni komşularımız Suriyeli, Afganlı göçmenler artık. Kentsel dönüşüm telaşı ve rant hayalleri hep gündemde. Ama insan değişmiyor. Varoluşsal dertleri, karanlık yanı, bitmeyen iktidar talebi... Değişmiyor.

Uzun yıllar Anadolu’da, köylerde doktorluk yaptınız. Sizi İstanbul’a getiren neydi?

Avanos’ta (Nevşehir) doğdum büyüdüm. Bir süre Ankara’da, sonra da İzmir’de okudum üniversiteyi. İlk gençlik yıllarım ’80 öncesi politik olayların içinde ve İzmir’de geçti. Darbeden sonra hekim olup doğduğum büyüdüğüm topraklara geri dönmüştüm. İstanbul sanki hayatımda olması gereken bir şehir ve aşamaydı o yıllarda. Bir sürü konfor ve garantiden vazgeçerek geldim İstanbul’a. İşsiz ve parasız, otuzlu yaşlarında bir hekimdim. Sinema yapmak, film çekmek, edebiyatla uğraşmak, bir entelektüel olarak kendime yer açmak, güç kuvvet sahibi olmak istiyordum. İstanbul tüm bunlar için bir fırsat ama aynı zamanda bir macera şehriydi. Otuz yılı aşkın buralardayım. Mesele vuslat değilmiş meğer, yolculukmuş.

"Bir sonraki filmimde sadece kamera arkasında olmak isterim"

Hikâyeyi gerçek mekânlarda çekmek nasıl bir duyguydu? Dejavularla karışık bir tecrübe mi oldu?

Yıllar önce aday adaylığımı açıkladığım salona çok fazla insan toplayarak partinin ileri gelenlerine karşı güçlü gözükmek istiyordum. Beni alkışlayarak yanımda olduklarını beyan etmeleri için uğraştığım insanların, yirmi sene sonra bu kez prodüksiyon için, kalabalık ve coşkulu gözükmelerini sağlamak için uğraşıyorlardı yardımcı yönetmenlerim, çok garip!

Roman uyarlamalarını bizzat yazarın kendisinin yapmasına sık rastlanmaz. Burada çok özel bir durum var: Siz hem uyarlayan senarist hem yönetmen hem de başrol oyuncususunuz. Hiç başka türlü bir formülle bu romanı hayata geçirmeyi düşündünüz mü? Aynı anda tüm bunları üstlenmek sizi zorladı mı?

Film çekmek zaten dünyanın en zor işlerinden biridir! Aynı anda birçok işi üstlenmek de cabası. Bir sonraki filmimde sadece kamera arkasında olmak isterim. Yine de yıllardır kafamda olgunlaştırdığım bir hikâyenin senaristi, oyuncusu ve yönetmeni olmak, filmin selameti ve hızı açısından beklediğim sonuca ulaşmamı sağladı diyebilirim.

Romanda başlangıç kısmı çok çarpıcı: Aklında hiç politika olmayan birinin bir soruyla birlikte kendini politika arenasında bulma süreci. Senaryoyu yazarken bu veya buna benzer birkaç sahneyi de filme yedirmeyi düşündünüz mü, yoksa en baştan kendini politik erk savaşına kaptırmış birinin hikâyesi olarak mı kurdunuz?

Başımıza gelenlerin ayırdına genellikle epey sonra varırız. Büyük ve önemli değişimlere yol açacak kararların sebebi çoğu zaman pek sıradandır. Görünenin arkasında mutlaka başka bir gerçek vardır. İnsanın içi karışıktır. Filmler de içimizdeki bu karışıklıklardan doğar ve gelişir. Mesele hem hayatta hem filmlerimizde bu karmaşanın içindeki doğru yeri bulup orada yer alabilmektir.

"Film çekmek zaten dünyanın en zor işlerinden biridir!"

Tarkovski’nin bir sözünü söylüyorsunuz bir röportajda, “Sanatçı geçmişinden beslenen bir asalaktır” diye. Hayatınızın farklı kesitlerini yine Nasipse Adayız’daki gibi farklı kurmacalara dönüştürecek misiniz?

İnsan belleğinden beslenerek yaşar. Gerçekten sahip olduğumuz başka neyimiz var ki zaten? Sadece kendi başımızdan geçenler değil elbette. Şahit olduklarımız, duyduklarımız, okuduklarımız ve seyrettiklerimiz. Hepsi bir arada ve yan yana belleği oluştururlar. Yeni hikâyelerim var ve yazmaya devam elbette.

Çukur dizisiyle farklı bir kesime de ulaştınız fakat daha kemik okurlarınız, entelektüel yazarlar Çukur gibi şiddet içeren bir dizide oynayışınızı yadırgadı. Bir hikâyeci olarak Çukur için ne söylemek istersiniz?

Çukur’un hikâyesi güçlü ve iyi yazılmış bir metindi. Öyle de başladı ve devam etti. Ama uzayan ve reyting yarışına giren tüm televizyon dizileri gibi tekrara düşmesi kaçınılmazdı. Bana farklı deneyimler kazandıran, benzerlerinden daha iyi, kamera önü ve arkasını yoğun biçimde yaşamama fırsat veren özgün bir işti. Şiddet konusunda günah keçisi olarak sunulmasının yersiz olduğunu daha önceki konuşmalarımda da ifade etmiştim.

Nasipse Adayız filmiyle ilgili herhangi bir siyasetçiden yorum geldi mi?

Kitabı okuyan epeyce siyasetçiden geri dönüş almıştım ama filmi seyrettikten sonra düşüncesini paylaşan pek olmadı. Filmin henüz kısıtlı bir seyirci topluluğunca izlenmesinden galiba. 

Dijital platformlarla birlikte son zamanlarda sinemaya rağbet azalmıştı, şimdi salonlar açılsa bile insanlar korkacak. Sinema salonlarının geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Pandemiden önce de dijital platformlar öne çıkmaya başlamıştı zaten. Pandemi ve sonrası bu daha da hızlanacak. Olumsuz bir gidişat olarak bakmıyorum. Zaman sana uymuyorsa sen zamana uyacaksın. 

Bir Zamanlar Anadolu'da'nın meşhur "muhtar sahnesi"

“Birçok işimin ebesi Nasipse Adayız’dır!”

Hazır Ercan Kesal’i yakalamışken Bir Zamanlar Anadolu’da’nın efsanevi “muhtar sahnesi”ni sormamak olmazdı. YouTube’da bu sahnenin izlenme sayısı 1,5 milyon. Dünya çapında gişe rekorları kırmış popüler Amerikan filmlerindeki meşhur sahneler böyle rakamlara ulaşabiliyor sadece. Peki bu sahnenin sırrı ne? Nasipse Adayız’ın bir sahnesinde Bir Zamanlar Anadolu’da’ki muhtarın söylediğine benzer bir morgdan bahsediliyor, bu, bu sahneye bir gönderme olabilir mi? Ercan Kesal cevaplıyor:

Hem yemek hem de muhtarın kızının çay ikramı planları için akşam saatlerinde başlayıp sabaha kadar süren çekimler yaptık. Muhtar sahnesi için filmin diğer sahnelerinden daha az tekrar yapıldığını ve nispeten daha kolay çekildiğini söyleyebilirim yine de. İyi bildiğim biriydi muhtar karakteri ve sahnedeki diğer oyuncular da çok katkı sağladı elbette. Bir kısmı doğaçlama olan diyaloglar buna yatkın oyuncular sayesinde gerçekleşti. Morg göndermesi elbette bilerek yazdığım bir diyalogdu. Çünkü yazdığım ya da içinde yer aldığım birçok işin ebesi Nasipse Adayız’dır!

Ercan Kesal
Nasipse Adayız
Bir Zamanlar Anadolu'da
İstanbul Film Festivali
Sayı 003

BENZER

Mehmet Çağçağ'ın hedefinde bu kez AVM'ler var...
"Şövalye ruhlu, romantik, karıncaezmez bir karakterdi. Sayısız dergiye kapak olan, yüzlerce ödül alan, ardında albümler, kitaplar, resimler; hepsinden önemlisi düşünceleriyle yollarını aydınlattığı insan kalabalıkları bırakan çağdaş bir ozandı.” 28 Temmuz 2022 tarihinde kaybettiğimiz İlhan İrem’in ardından İST için bir yazı kaleme almasını istediğimiz müzik yazarı Murat Beşer'e ait bu satırlar. İrem’in sanatını, hayata bakışını, ödünsüzlüğünü daha iyi anlamak için okumaya devam edin...
Fransız İhtilali’nin efsane şairlerinden André Chénier, İstanbul’da doğmuştu. Dünyaya geldiği Galata’daki ahşap sıra evler o yüzyılların meşhur İstanbul yangınlarından birinde kül oldu ama yerine yapılan Saint Pierre Han’da doğduğu rivayeti bugüne miras kaldı. Rivayeti yansıtan özel levha, ünlü şairin doğum yeri olarak halen hanın odalarından birini işaret ediyor. Chénier’nin kısa, Saint Pierre Han’ın uzun tarihi...