Haliç’in kadim semtleri Fener, Balat ve Ayvansaray’ı gezeceğiz bugün. Bir zamanlar Rum, Ermeni ve Yahudilerin yoğun olarak yaşadığı bu sokaklarda, İstanbul’un rengârenk kültür mozaiğinin izlerini süreceğiz birlikte. Genelde bu gezi Fener taraflarından başlıyor, Ayvansaray civarında da bitiyor. Ben Ayvansaray’dan, hatta sur dışından başlayıp Fener yönüne doğru yürümeyi tercih ediyorum. Şehre önce dışarıdan bir bakmak, asırlar öncesine gitmek, Konstantinopolis’e ilk kez gelen birisi gibi surların ardındakini merak etmek, biraz hayal kurmak hem heyecanı arttırıyor hem de gizem katıyor. Fener Patrikhanesi, Demir Kilise, Kırmızı Mektep gibi etkileyici yapıları finale bırakmak da daha güzel oluyor.
Şimdi karşımızda, uçsuz bucaksızmış gibi görünen kara surları var. Bu duvarların ardında olduğunu hayal ettiğimiz Blakhernai Sarayı; sur bedeninde ince uzun pencereleri görülen Anemas Zindanı ve bir de sabahın pusu... Bizans’taki ismi Blakhernai olan Ayvansaray’dan Yedikule’ye dek uzanan kara surları V. yüzyılın ilk yarısında, II. Theodosius zamanında yapılmış. Hun hakanı Attila’nın Avrupa’yı kasıp kavurduğu, gözünü Roma İmparatorluğu başkentlerine diktiği dönemde. Konstantinopolis’e saldırmak yerine Roma’ya yönelmesine, o dönem için aşılması çok zor olan bu surlar sebep olmuş muhtemelen.
Uzun süren restorasyonu sona eren Anemas Zindanı artık açılmayı bekliyor. XII. yüzyıldan itibaren önemli devlet adamlarının, prenslerin ve hatta imparatorların hapsedildiği bu zindanı yakın zamanda görmemiz mümkün olabilecek.

Suriçi’ne girmeden önce sahabe ve din ulularının türbelerinin yanından geçiyoruz: Toklu Dede, Şeybetül Hudri, Hz. Ka’b, Muhammed el Ensari. Sanki şehri hâlâ surların dışındaki Müslüman Araplar fethetmeye çalışırken içerideki Blakhernai Meryemi savunmaya devam ediyor. Bu Toklu Dede ismi enteresan. Buralarda yakın zamana dek Aya Tekla Kilisesi’nin kalıntıları durmaktaydı. Fetih sonrası bazı kiliseler camiye dönüşürken zamanla Aya Tekla da Toklu Dede’ye mi dönüşmüştü acaba?
Şehrin en önemli ayazmalarından biri bu semtte: Panaia Blakhernai. Ayazma kutsal su kaynağı demek. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili bir bahçede yer alan küçük, sevimli bir kilisenin içerisinde. Bugünkü kilise XIX. yüzyılın ikinci yarısında Rum Kürkçüler Loncası tarafından yaptırılmış. İbadethanenin tarihi çok daha eski. Buradaki ilk kiliseyi yaptıranlar, V. yüzyılda, İmparator Markianus ve eşi Pulkheria. İçeride haçı birlikte tutarlarken göründükleri bir ikona var. 626 senesinde Avarlar şehri kuşattığında buralar henüz sur dışındaymış, haliyle talan edilmiş. Efsaneye göre, Meryem Ana’nın çıkardığı bir fırtına sonucu Haliç’teki tekneleri sulara gömülen Avarlar, yaşadıkları bu faciadan sonra kuşatmayı kaldırıp gitmişler. Olay bir cuma günü gerçekleşmiş, işte bu yüzden Panaia Blakhernai’de ayin pazar yerine cuma günü yapılır olmuş.
Çukur dizisiyle ünlenen Lonca sokakları
Yolumuz uzun, kilisenin Antakyalı zangocu Can Avcı’ya hoşça kal deyip çıkıyoruz. İstanbul’da çok az Rum kaldığından, Rum Ortodoks kiliselerine genellikle Hatay’ın Altınözü kasabasından gelen Ortodoks Hristiyanlar bakıyorlar... Balat yönüne doğru ilerlerken solumuzdaki küçük bir sokakta “Eskiden ben kiliseydim” diye fısıldayan bir cami görüyoruz. Cabir Camii. İçinde Cabir Hazretleri’nin olduğu söylenen bir kabir. İyi de cami içinde kabir olmaz ki... Kafamızda soru işaretleri, yola devam ediyoruz.
Buralardan yukarılara doğru, genelde Romanların oturduğu Lonca semti. Bir ara insanları ekrana kilitleyen Çukur dizisi bu sokaklarda çekildi. Lonca’nın müzisyenleri de meşhur tabii. Şansınız varsa, rengârenk kıyafetleriyle bir Roman düğününe rastlayabilirsiniz.
Balat’a varmadan önce, ikisi de bazilikal planda, XIX. yüzyıldan kalma binalarıyla Aya Dimitri ve Panaya Balino Rum Ortodoks Kiliseleriyle karşılaşırsınız. Bunlardan Aya Dimitri XVI. yüzyıl sonunda dört seneliğine Patrikhane Kilisesi de olmuş. Normalde ziyarete kapalıdır ama isim gününde giderseniz girip gezebilirsiniz. Bahçesinden arka tarafa geçerseniz, kendinizi deniz surunun üstünde bulursunuz. Buradan baktığınızda, kıyıda 1898 tarihli Balat Or-Ahayim Musevi Hastanesi’ni ve eski Galata Köprüsü’nden kalma küçük bir parçayı görmek mümkün.
Balat'tan Bat-Yam'a göçen Yahudiler
Yakın zamana kadar Balat’a girerken, üzerlerinde Davud Yıldızı bulunan Yahudi evlerine rastlayabiliyordunuz. Maalesef bu evler yıkıla yıkıla iyice azaldı. Balat, Haliç’in diğer yakasındaki Hasköy gibi eski Yahudi yerleşim merkezlerinden fakat evleri gibi Yahudilerin kendileri de artık kalmamış. Çoğunluğu Fatih zamanında Makedonya’dan, II. Bayezid zamanında da İspanya’dan gelip buralara yerleşen Yahudiler, 1942-43 Varlık Vergisi döneminde büyük hayal kırıklığı yaşamışlar. İlk fırsatta tası tarağı toplayıp 1948’de kurulan İsrail’e göçmüşler. Tel Aviv’de Bat-Yam diye bir yer var, çoğu orada. Kahvehaneler, tavla ve musiki sesleri; göç edenlerden Eli Şaul Balat’tan Bat-Yam’a adlı kitabında hepsini anlatmış.

Mahkemealtı Caddesi’nden yürüyünce Mimar Sinan’ın yapmış olduğu Ferruh Kethuda Camii’ne gelirsiniz. Kanuni Sultan Süleyman’ın şişmanlığıyla meşhur sadrazamı Semiz Ali Paşa’nın kethüdası, yani kâhyası Ferruh Efendi için yapılmış. Zaman içinde caminin güzelim çinileri ya kırılmış ya da çalınmış. Yine de, mihrapta bir miktar Tekfur Sarayı çinisi kalmış. Caminin Çavuş Hamamı’na bakan köşesinde çok güzel bir güneş saati durmakta. Vaktiyle avlusunda mahkeme kurulurmuş, alt taraftaki caddenin ismi buradan geliyor.
Eskiden Balat’ın küçük de olsa bir Ermeni cemaati varmış. Kamış Sokak’taki Surp Hıreşdagabet Kilisesi hâlâ tüm heybetiyle yerli yerinde duruyor ama cemaatten eser kalmamış. Haftalık ayin için genelde Karagümrük tarafından geliyorlar. Yandaki Hovhannesyan Okulu kapandıktan sonra uzun süre sabunhane olarak kullanılmış; o da artık kaderine terk edilmiş bir virane.
Ermeni kiliselerinin tipik özelliği olarak ana giriş kapısının ardındaki demir perde ya da paravan burada da karşınıza çıkıyor. İbadethaneye girerken yavaşlamanızı sağlıyor, tanrının evine geldiğinizi fark ettiriyor. Günümüzdeki bina 1830’lardan. Ama tarihi çok daha eskilere gidiyor. Burası Mucizeler Kilisesi olarak biliniyor. Her yıl eylül ayının ikinci cumartesi akşamı yapılan Çarkhapan ayiniyle meşhur. Çarkhapan, kilisedeki Surp Asvadzadzin, yani Meryem Ana ikonasına verilen isim. İnanışa göre, bu ikona geçirdiği bir sürü yangına rağmen günümüze sapasağlam ulaşmış. O gece kilisede toplanan tüm dinlerden inançlı insanlar bir sakatlığı olanlar için Çarkhapan’dan şefaat diliyorlar. Eskiden sabahlara kadar süren bu ayin, artık gece yarısından önce sona eriyor.

Ejderhayı öldüren Aya Yorgi
Vaftizhane şapelinin giriş bölümünde, kilisenin içine açılan kabartmalı demir kapıyı kesinlikle görmek lazım. Dört bölümden oluşan kabartmalardan birinde Aya Yorgi’nin ejderhayı öldürmesi anlatılıyor, diğer üçünde Hazreti İsa’nın tüccarları tapınaktan kovuşu betimlenmiş. Yazılar eski Almanca. Bir köşeye 727 tarihi düşülmüş. İnciciyan, kapının Osmanlı zamanında Topkapı Sarayı bahçesinde bulunup buraya getirildiğinden bahsetmiş. Çık çıkabilirsen işin içinden... Kilisenin altında Ayios Andonios isimli bir de ayazması var. Aslında Ermeni kiliselerinde ayazma olmaz. Kilise XVII. yüzyılda Rumlardan alınıp Ermenilere verilmiş, ayazma o devirden kalma.
Artık Düriye Sokak’tan Balat’ın merkezine gidiyoruz. Yanbol Sinagogu’nun arka kapısı, otoparka dönüşmüş Veria Sinagogu’nun duvar kalıntısı derken, Ahrida Sinagogu’nun kapısındayız. Burası, halen faal olmasının yanı sıra Balat’taki en önemli sinagog. Karşısındaki binada bir zamanlar, son Osmanlı Hahambaşı Haim Nahum oturmuş. Ahrida ismi, Makedonya’nın Ohrid kasabasından geliyor. Sinagogu oradan gelen Yahudiler kurmuşlar. Sinagoglar Rum ve Ermeni kiliseleriyle karşılaştırılınca çok sade yapılar, tıpkı camiler gibi, içlerinde tasvir yok. Mekke yerine Kudüs’e bakıyorlar, ama İstanbul’dan bakınca ikisi de aynı yön. Sinagogun mihrabında ehal adı verilen bir dolap var. İçinde rulolar halinde On Emir saklanıyor. Ahrida’nın dua kürsüsü (teva) gemi pruvasını andırır şekilde, herhalde Sefaradlar tarafından yapılmış. İspanya’dan gemilerle Osmanlı topraklarına gelişlerinin anısına.
Yemek zamanı gelmiş bile. Balat’ta seçenek çok. Esnaf lokantalarının, köfteci ve kokoreççilerin yanı sıra, şehrin belki en iyi işkembecisi de burada. Meyhaneleri çok meşhur ama onlara akşam gelmek daha makul. Yemek sonrası kahve keyfi için de bir sürü yeni ve farklı mekân var. Benim tercihim, Ahrida’nın karşısındaki Deli Serhat’ın yeri. Onu diğerlerinden ayıransa, mekânında Fener, Balat, Ayvansaray hakkında yazılmış kitapların bulunması.
Çocukluğumuzun Çıfıt Çarşısı'na dönen ortalığı
Karnımız da doyduğuna göre, tekrar yola koyulabiliriz. Önce Balat Çarşısı’nda küçük bir tur atıyoruz. Tarihî Balat Turşucusu, eski radyocu Rafet Abi’nin antika dükkânı, merhum manifaturacı Leon Brudo’nun üzeri gemi kabartmalı evi, restoranların balığını veren yılların balıkçısı Halit Abi’nin tezgâhı, 1890 tarihli Agora Meyhanesi, Yanbol Sinagogu’nun giriş kapısı ve Çıfıt Çarşısı. Hani annelerimiz, çocukken evi dağıttığımızda “Ortalığı Çıfıt Çarşısı’na çevirmişsin” diye kızarlardı ya, orası işte. Osmanlılar Yahudilere Çıfıt derlermiş. Yahudi hamamlarında bulunan “mikve” isimli havuza da Çıfıt Batağı (batıp çıkılan yer manasında)...
Agora Meyhanesi’nden sahile inen dar sokak, sizi eskiden Balat Kapısı’nın olduğu yere götürür. Balat ismi, saray anlamındaki “paladium” kelimesinden geliyor. Burası, gezinin başında bahsettiğimiz Blakhernai Sarayı’na giden yolun başındaki sur kapısı olsa gerek. Kapının dışında harabe halindeki Tur-ı Sina Metokhionu ve onun kilisesi Aya Yani var. Bir zamanlar, Sina Dağı’ndaki Aya Ekaterina Manastırı’nın İstanbul’daki temsilciliğiymiş.

Şimdi tekrar Balat’ın içine dönüp Vodina Caddesi’ne dek çıkalım. Çana Sinagogu’nun yıllardır kapalı olan kapısı bu cadde üzerinde. Eskiden hahambaşı buraya gelirmiş çünkü Yahudi Mahkemesi bu sinagogda kurulurmuş. Hatta binanın altında nezarethanesi bile varmış. Çana’nın karşısındaki sokaklardan yukarı doğru çıkarsanız, cumbalı rengârenk evleriyle meşhur Merdivenli Yokuşu’nu da görmüş olursunuz. En çok fotoğraf çekilen yerlerden biri. Yine oralarda, fakir Yahudilerin ikamet ettiği bir yahudhaneyi ve Yahudilerin kütüphane olarak kullandığı bir yapıyı görebilirsiniz.
Vodina Caddesi’nin devamında Tahta Minare Camii ve Hamamı var. Sonra upuzun duvarla çevrili bir bahçe. Bu bahçenin ortasında Kudüs Aya Yorgi Kilisesi bulunmakta. Kudüs Patrikhanesi’ne bağlıdır ve yalnızca 23 Nisan Aya Yorgi Günü’nde açılır. Kilisenin etrafındaki devasa yağ küpleri (pythos) ve yaşlı ulu çınar da görülmeye değerdir. Yine aynı bahçenin bir başka köşesinde yıkık Vlah Sarayı Kilisesi bulunur. 1974’teki bir yangında bu hale gelmiş. Burası da XVI. yüzyıl sonunda bugünkü adı Fethiye Camii olan Pammakaristos Manastırı’ndan taşınmaları sonrasında Patrikhane’ye on yıl kadar ev sahipliği yapmış.
Ayin dili anlaşmazlığı yüzünden bölünen kilise
Biraz sahile inip Fener’in en ilginç yapılarından birini ziyaret edeceğiz. Demir Kilise olarak bilinen Sveti Stefan Bulgar Ortodoks Kilisesi... XIX. yüzyılda, İstanbul’da oldukça kalabalık bir Bulgar Ortodoks cemaati vardı. Rum Ortodoks Patrikhanesi ile ayin dili yüzünden pek anlaşamıyorlardı. Sonunda cemaatin en nüfuzlu kişisi Stefanaki Bey’in bağışladığı bu araziye bir papaz evi, karşısına da Bulgar Metokhi binasını inşa ettiler. 1872’de anlaşmazlık aforoza kadar gidince, aynı yere kendi kiliselerini yapmaya karar verdiler. Mimar Hovsep Aznavur’un projesini yaptığı bina prefabrike çelik konstrüksiyon olarak inşa edildi. Aznavur, bir başka prefabrike binayı Heybeliada’da Abbas Halim Paşa için yapmıştı. 1898’de açılışı yapılan kilise alışılageldiği gibi doğuya değil, kuzeye, Bulgaristan tarafına bakar.
Buradan Fener Rum Ortodoks Patrikhanesi’ne geçiyoruz. Yine yüksek duvarlarla çevrili bir yapılar topluluğu ile karşı karşıyayız. Patrikhane buraya 1601 yılında taşınmış. Daha öncesinde Kadınlar Manastırı’ymış. İçerideki yapılara şöyle bir göz gezdirecek olursak... Avlunun kuzey tarafında, kapısının üzerinde kristogram, yani Mesih manasına gelen Hristos’un ilk iki harfinden oluşan monogram olan bir şapel var. Her on yılda bir dünyadaki tüm Ortodoks kiliselere dağıtılan (Otosefal Bulgar ve Rus Kiliseleri hariç) kutsal Aya Miron yağı, burada kırk çeşit bitkiden elde edilerek hazırlanıyor. Sırtını yamaca vermiş olan ahşap görünümlü yapılarda Patrik’in çalışma odası, toplantı salonu, ofisler, kütüphane, arşiv gibi ziyarete kapalı idari ve kültürel birimler bulunmakta.

Şimdi artık, kollarını açmış bizi bekleyen Aya Yorgi Kilisesi’ne girme zamanı. Kapısının üzerinde Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin simgesi çift başlı kartal duruyor. Bir pençesinde küre, diğerinde haç, maddi ve manevi evrenleri simgeliyorlar. Beşik çatı örtülü, üç nefli bazilika formundaki kilise, içinde kutsal emanetler de barındırıyor. Sol nefte, kilisenin öğretmen babaları Aziz Basileios, Aziz İoannis Hrisostomos (Altın Ağızlı) ve Aziz Grigorios Teologos’un kemikleri var. Her üçü de IV. yüzyılda yaşamış ve günümüzde kabul gören ayin litürjilerinin oluşmasında çok önemli rol oynamışlar. Ayrıca duvarda gümüş kaplı, yüzü iyice silinmiş çok eski bir Meryem Ana ikonası duruyor. Kapıdağ Yarımadası’ndaki Panaia Feneromeni Kilisesi’nden getirtilmiş. Altın varaklı ikonostasis bir sanat şaheseri, iki usta tarafından kırk yılda yapıldığı söylenir. Tavanda Pantokrator, yani her şeyi yaratan İsa resmi, nefleri ayıran sütunların üzerlerinde de havariler yer alır. Sedef ve fildişi kakma despot koltuğu patriğin yeridir. İncil’in okunduğu ambon isimli kürsü de sedef kakma. Üst katlar eskiden kadınların yeriymiş, artık ayinlerde kadın-erkek karışık. Güney nefte de üç azizenin kemikleri korunmakta. Bakır sandukalardakiler Azize Teofano ve Azize Salomone. Gümüş olanın içindekiyse, şehrin koruyucu azizesi kabul edilen Khalkedonlu (Kadıköylü) Azize Euphemia. İkonostasise yaklaştıkça çok ender bulunan mozaik ikonaları görürsünüz: biri Meryem Ana’nın, diğeri Vaftizci Yahya’nın. Kilisedeki en önemli kutsal emanet de burada: Hz İsa’nın Kudüs’te yargılandıktan sonra bağlanıp kırbaçlandığı sütunun bir parçası. Bazen bu sütun önünde gözyaşlarına hâkim olamayanlara rastlarsınız...

Patrikhane gibi okul
Şimdi Fener’in en etkileyici binası Kırmızı Mektep’i yakından görebilmek için biraz yokuş tırmanacağız. Tevki-i Cafer Merdivenleri’nden çıkarken Kantemir Sarayı’nı da görmüş olursunuz. Kısa bir süre Boğdan Voyvodalığı yapan Dimitri Kantemir, 1711 Prut Savaşı’nda Rusların yanında yer almış, Ruslar yenilince kaçmak zorunda kalmış ve hayatının geri kalan kısmını Sankt Petersburg’da geçirmişti.
Tepeye varınca solumuzda kalan, etrafı duvarla çevrili gri bina Yuvakimyon Rum Kız Lisesi. 1882’de Patrik III. Yovakim tarafından açılışı yapılmış. 1887’de karma eğitime geçilince, sayısı çok az olan öğrencileri Kırmızı Mektep’e gönderilip okulun kapısına kilit vurulmuş. Hemen karşı çaprazındaki virane eski taş mektep, o da Rum ilkokulu. Onun yanındaki kırmızı kasnaklı kubbesiyle Moğolların Meryemi Kilisesi. Suriçi’nde Bizans’tan günümüze kısmen orijinal formunu koruyarak kilise olarak ulaşabilen yegâne yapı. Banisi olduğu söylenen Prenses Maria’nın İlhanlılara gelin gittiği, kocası Abaka Han ölene kadar on beş yıl orada kaldığı, sonra da dönüp kendisini bu manastıra kapattığı anlatılır. Fatih’in fermanıyla camiye çevrilmesinin önü alınmış.
Gezimizin finalinde, çoğu insanın patrikhane zannettiği muhteşem Kırmızı Mektep var. Barok kubbesi, iki yana açılmış kanatları ile âdeta bir Bizans kartalı gibi Fener’in tepesine konmuş. Belki de günün birinde patrikhane olur diye mi böyle yapılmış? Araziyi Kantakuzenos Ailesi, paranın önemli bölümünü de meşhur banker Zarifi vermiş. Kırmızı ateş tuğlaları Marsilya’dan gelmiş. Mimarı Konstantin Dimadis; o da bu okulun mezunlarından. Mimarlık eğitimini İtalya’da almış. Okulun geçmişi Fatih devrine dek uzanıyor. 1881’de tamamlanmış bu son binasında halen kırktan fazla öğrenci eğitimine devam ediyor. Okulun arkasında Fener ile Çarşamba’nın sınırını belirleyen 1844 tarihli Mesnevihane Camii var. Minaresinin alemi Mevlevi sikkesidir.
Artık gezimizin sonuna geldik. Oldukça dik Sancaktar Yokuşu’ndan tekrar aşağı inerken Kırmızı Mektep’in ya da asıl ismiyle Megali Skoli’nin (Mekteb-i Kebir) ana giriş kapısını da görmüş oluyoruz. Bundan sonrası, Fener kafelerinden birinde tatlı yorgunluk kahvesi...