Bana “Kısa bir Cihangir yazısı yaz” dediklerinde rehber edasıyla mahallenin en havalı tarihi ve turistik cevherlerini sıralamayı düşünmedim değil. Tavsiyemdir; aklınıza ilk düşeni eleyiniz. Bizim meslekte ilk akla geleni yapmak hor görülür. Rehberlik bizi aşar. Ben de göçerliği babadan tescilli biri olarak esasen beni bu mahalleye bağlayanın ne olduğunu bulup anlatmaya yordum kafamı.
Beni daima boşa düşüren sorudur: “Nerelisin hemşerim?”
Nedeni sır değil tabii. Aidiyet duygum yerleşiklik açısından fazlasıyla gevşek örgülüdür de ondan.
Ankara’da doğdum, evet, ama ağız dolusu “Ankaralıyım!” diyemem. Hukukçu ve madenci olan babamın mesleki macerası fırtınalıydı. İlk ve ortaöğrenimim Ankara, Şarkikaraağaç, Eğridir, yeniden Ankara ve İzmir rotasında seyretti. Üniversite için bir kez daha Ankara’ya döndüm. İktisat ve konservatuvar yıllarım başkentte geçti. ‘89’da Devlet Tiyatroları’ndaki görevime Diyarbakır’dan başladım. Sırasıyla Ankara, Mülheim an der Ruhr [Almanya] ve nihayet yirmi bir yıldan bu yana İstanbul.

‘99 sonbaharında Cihangir’e yerleştim. Yönetmen, senarist, yazar, ressam; on parmağında on marifet arkadaşım Ümit Ünal’la evini paylaştım bir süre. Ok yaydan çıktı, adres de vereyim bari: Coşkun Sokak’ta. Mahallede belleğimin duvarına kazınmış ilk mekân Kristal Büfe’ydi. Firuz Ağa Camii’nin sol karşı köşesinde. Döneri bol kepçe. Lezzetliydi ve dar gelirli dostuydu. Şimdi orada iki alana üçüncüsü bedava ev tekstili, çanak çömlek satılıyor.
Yıllar içinde irili ufaklı onlarca mekânın müdavimi oldum. Aynı mahallede yedi kez ev değiştirdim. Evlerime gelen yakın arkadaşlarım yeni bir eve üç beş gün içinde orda doğmuş gibi yerleşebilme becerime şaşırmışlardır hep. Göçebe çocukluğumun hediyesi olmalı bu garip hafiflik.
Hem orada ölecekmiş gibi ve hem de yarın gidecekmiş uçuculuğunda, neredeyse bavulu elinde yaşamak. Babam sağ olsun.
Ne var ki işte öyle sırtını dönüp arkana bakmadan gidemeyeceğin yerler de vardır. Oradan ayrılmak demek; tanıdığın, tanımadan selamlaştığın, sevdiğin, seni seven yahut bir zaman sevmiş olan insanlara, yani çoğu zaman bilmeden biriktirdiğin müktesebata sırtını dönüp gitmek demektir çünkü. Kolay mı? Benim için değil. En azından artık öyle değil.

Cihangir benim için; Firuz Ağa Camii’nin arka avlusundaki çeşmenin duvarına sırtını vermiş olan “Amerikalı”dır mesela. Mahalleli onu Amerikalı olarak tanırdı. Bir zaman ABD’de yaşamış, sonra trajik ailevi kayıplar nedeniyle memlekete dönmüş, hamallık yaparak hayatını kazanan bir abimizdi. Kapı gibi adamdır, “Sırtında piyanoyla ıh demeden çatı katına tırmanır” derlerdi. Yıllar içinde sağlığı hızla bozuldu. Yardımlaşırdık. Geçtiğimiz kışı kaldıramadı. Her şeye rağmen koruduğu yara gibi gülümsemesini hep hatırlayacağımı biliyorum.
Firüzağa meydandaki cami altı iki kahvehane her türden Cihangir sakininin sınıfsız durağıdır. Mahallenin vekillerini sıkça görebilirsiniz orada. Ufuk Uras, Sırrı Süreyya yahut Ertuğrul Kürkçü burada çaylarlar sıkça. Atışmak serbesttir.
Caminin musalla taşı, kahvehanelerin ve yaşamla ölümün sınır taşı gibi durur orta yerde. Cenaze namazlarında son yolculuğuna çıkanları, sair zaman mahalle sakinlerinin gölgelerini taşır göğsünde.
Karşı köşedeki simit arabasının kimseyi selamsız göndermeyen emektarı Feridun Baba birkaç yıl evvel karşı binanın doğalgaz patlamasıyla savrulan molozların altında kalarak yaşama veda etti. Nöbeti oğulcuğu sürdürüyor şimdi.

Akarsu'dan Susam Sokak’a yürürken sağlı sollu kafelerde bizcileyin zamane artistlerinin yanı sıra hükümet gibi Sevda Ferdağ’ı, bazen Ahmet Mekin’i görebilirsiniz. Acı kahvelerini nerede içerlerse orada gül biter. Endamları yeter.
Mahallenin en eski esnaflarından biri Esat Abi’dir. Envai çeşit ve her keseye uygun içki satılır dükkânında. Eğer mahalleden birine içki alıp götürecekseniz ve ne sever bilmiyorsanız, Esat Abi size onun ne sevdiğini söyleyiverir ezberinden. Aydınlık yüzü ve sohbeti de yanında hediye.
Özkonak, esnaf lokantasının ağababasıdır. Ev yemeği orada yenir. Garsonları çoğunluk emektarıdır dükkânın. Şimdi aramızda olmayan Ünsal Oskay hocamızı orada yemek yerken tanımıştım yirmi sene evvel.
Susam Sokak’tan Cihangir Caddesi’ne sallanırken Orhan Pamuk’la tesadüf ederseniz şaşırmayın. Nobel ödüllüdür mahallemiz.

Peşinde bir ordu dolusu kedi, köpekle buraların kralı gibi yürüyen eli çiçekli, sırtı çuvallı adam Osman Amca’dır. Ben yirmi bir senedir buralardayım. O benden eskidir mahallede. Dört ayaklıların babasıdır. Aldığı yardımları ucuzcu marketten derhal kedi köpeklerin sevdiği kayıntılara çevirir ve eliyle besler her birini. Geceleri uzaktaki sığınağına giden bu mübarek adam, kar kış demeden sabahın seherinde Cihangir’e döner.
Akyol’dan aşağı –ki eski adı Tavuk Uçmaz’dır bu dik yokuşun– kendini önce Fındıklı’da, sonra da Kabataş sahilinde bulursun. Firuzağa’ya dönüp Sıraselviler’den Taksim’e yürürsen benim ekâbir adımlarımla bile beş dakikada Beyoğlu’ndasın. Yok Taksim’e değil; Firuzağa’dan aşağı inerim diyorsan al sana Çukurcuma. Eskiciler, antikacılar, ne ararsan bulursuncular. Günler boyu göz şenliği. Muazzam bir insan çeşitliliği. Albümler dolusu karakter geçidi. Pandemiyi saymazsak yedi yirmi dört uyumayan bir kent parçası.
Çok sevdiğim arkadaşlarım var bu mahallede. Beni kendilerine, hayata ve bu mahalleye bağlayan güzel insanlar. Yıldırım, Tuğrul, Deniz, Barış, İpek.
İnsanı çevresi belirler denir. Bazı insanlar da çevrelerini belirlerler. O insanların yoğunlaştığı bir iç şehir bu mahalle benim için. Onların yürümediği, yaşamadığı, sevinip dertlenmediği bir yere benim yerim diyemem.
Artık “Nerelisin hemşerim?” sorusunun yanıtı eskisi kadar korkutucu değil. İnsanlarım burada. Bu mahallede. Saydıklarım saymadıklarımdan daha az. Onlar varsa ben de varım.
Burada doğmadım, nerede öleceğimi bilmiyorum.
Ama ben Cihangirliyim...