Okyanusları bir kenara bırakırsak gezegenimizde üç farklı deniz şekli bulunuyor: Neredeyse tamamen kapalı denizler, kısmen kapalı denizler ve aşırı tuzlu denizler.
Neredeyse tamamen kapalı denizler, kıtaların içerisine iyicene sokulmuş ve okyanuslara yalnızca boğaz adı verilen dar bir kanal vasıtasıyla bağlanan denizlerdir. Kızıldeniz, Akdeniz ve Baltık Denizi bu denizlerin en güzel örneklerini teşkil eder. Bunlar neredeyse tüm çevresi kara ile çevrelenmiş olduğundan gelgit etkisinin fazla hissedilmediği, hatta bazı yerlerde hiç bulunmadığı alanlardır. Büyük su kütleleriyle bağlantıları, dolayısıyla da taze deniz suyuyla alışverişleri kısıtlı olduğundan, okyanuslar ve bu iç denizler arasında biyolojik, fiziksel ve kimyasal farklılıklar ortaya çıkar. Mesela Kızıldeniz, Bab-el-Mandeb Boğazı vasıtasıyla bağlantıda bulunduğu Hint Okyanusu’ndan çok daha tuzlu; gezegenimizdeki en büyük iç deniz Karadeniz ise boğazlar yoluyla bağlantısı bulunan Akdeniz’den daha az tuzlu denizlerdir. Kızıldeniz’de bulunan deniz canlılarının yüzde 10’u Hint Okyanusu’nda barınamaz.
Benzer şekilde, gezegen okyanusları içerisinde sadece binde 7’lik bir alan kaplayan Akdeniz deniz ve kıyı ekosistemleri, şaşırtıcı şekilde, gezegen deniz canlılarının yüzde 8’ini, deniz florasının ise yüzde 18’ini kapsar. Gözlerimizi kapatıp Atlas Okyanusu’ndan itibaren deniz suyu izini takip edersek, gelgit ya da dip su akıntılarıyla ilerleyen okyanus suyu; 1) Cebelitarık Boğazı (60-44 km, 426 m derinlik) ile Akdeniz’e, 2) Çanakkale Boğazı (61-6 km, 103 m derinlik) ile Marmara Denizi’ne, 3) İstanbul Boğazı (31-0,7 km, 110 m derinlik) ile Karadeniz’e, 4) Kerç Boğazı (3-15 km, 18 m derinlik) ile Azak Denizi’ne bağlanıyor. Atlantik’ten Rusya’ya kadar birbirinin içerisine girmiş matruşka bebekleri gibi, gelgit alışverişi ve okyanusun tazeleyici etkisi olmayan, kendisini deniz zanneden kapalı denizler topluluğu. Her biri bir öncekinin can suyundan besleniyor, besin anlamında göç eden deniz canlıları ve mikroskobik canlılardan faydalanıyor.
Yunan mitolojisinden bugüne Karadeniz
Kilikyalı Oppian’a göre, tuz oranı aşırı yüksek bir deniz olan Akdeniz biyolojik açıdan bir çöl, Karadeniz ise tüm denizlerin en tatlısı, sonu olmayan nehirlerin beslediği, yumuşak kumlu koylarla kaplı, balıkların beslenmesi için ideal sulardır. Aristo bin bir tatlı su kaynağından beslenen Karadeniz sularının yumurtadan yeni çıkmış nesiller üzerinde canlandırıcı bir etkisi olduğunu ifade etmiş. Strabon, Aristo, Arkestratus, Oppianus, Plinius gibi antik dönem yazarlarının değindiği balık bolluğunu sağlayan faktör (taze alüvyonlarla ve besinle dolu nehir suları) ve bu bollukta kapalı ortamda yoğunlaşan besinlere kolayca erişim sağlayan göç balıkları (orkinos, kılıç, lüfer, palamut, uskumru, kolyoz, levrek, kalkan, hamsi, sardalya, gümüş) ve yerleşik balıklar (mezgit, tekir, gelincik, iskorpit, karagöz, eşkina vd.) için zamanında bir cennet iken, günümüzde, bu tatlı su ve nehirlerin taşıdığı alüvyon ve besinler, ayrıca taze deniz suyuna erişiminin sıkıntılı olması, Karadeniz ve bağlantılı olduğu Marmara Denizi’ni bazı problemlerle karşılaştırıyor.
Marmara Denizi, özellikle de Karadeniz oksijen seviyeleri kritik düzeyde az olan iç denizler. Karadeniz’in toplam su hacminin yüzde 87’si anoksik, yani deniz canlıları için olmazsa olmaz bir yaşam kaynağı olan çözünmüş oksijenden mahrum. Ve maalesef gezegendeki en geniş anoksik su kütlesi olan bu alan, yüksek seviyelerde toksik kimyasal bileşik, hidrojen sülfit (H2S) ile kaplı. Bir denizin beslenmesini sağlayan dikey akıntılar Karadeniz’de minimal, dolayısıyla toksik dip suları oksijenli yüzey sularıyla ileri karışmıyor. Yalnızca ilk 100 metresinde yaşam barındırıyor ve 1955- 2017 seneleri arasında bu yaşam alanı 140 metreden 55 metreye kadar geriledi.
Endüstriyel devrimi takiben geçtiğimiz yüzyılda gelişen sanayi, artan nüfus ve bu nüfusu beslemek için miktarı artan tarımsal araziler ve beraberinde getirdiği kirlilik, aşırı ve sorumsuz avcılık, kıyı alanları talanı (sahil şeridi düzenlemesi, deniz dolgusu vs.) kapalı deniz ekosistemlerinin yapısında olumsuz değişimler görülmesine neden oluyor. Birçoğumuzun kendisini kültürüyle, yemeğiyle ait hissettiği Akdeniz, Karadeniz ve Marmara Denizi, kapalı deniz tanımına gezegende en uygun olarak tanımlanabilecek denizler. Bu nedenle, bu kıyılara yapılacak her tür müdahale (baraj, HES, sahil düzenleme, yapılaşma, dolgu alanı, tarımsal alan, sanayi tesisi, termik santral vs.) dikkatle incelenmelidir. İnsan kaynaklı “antropojenik” kirliliğe karşı çok hassas olan Karadeniz, Marmara ve Boğazlar sistemi barındırdığı canlı çeşitliliği ve sayısı, göç yolları ile göç balığı miktarları ve yumurtalama kapasiteleri nedeniyle topluca korunması gereken alanlardır. Karadeniz ve Marmara Denizi’nin binlerce yıldır değişmeyen su değerleri, hava hareketleri, mikro basınç farklılıkları, İstanbul Boğazı’ndaki kuzey-güney arası yükseklik farkı (0,3 metre) gibi faktörlerle dönemsel değişimler yaşıyor. Türk Boğazlar sistemi vasıtasıyla Ege Denizi ile bağlanan bu denizlerde insan eliyle büyük bir değişim gözleniyor.
En tuzlu Kızıldeniz ile en tatlı Karadeniz birleşti
Fransız diplomat Ferdinand de Lesseps’in önerisiyle, Afrika’yı dolanarak gerçekleştirilen deniz ticaretini kolaylaştırmak için 1869 senesinde Osmanlı himayesinde inşa edilen Süveyş Kanalı (193-0,3 km, 24 m derinlik) her şeyi değiştirdi. Gezegendeki en tuzlu denizlerden Kızıldeniz en tatlı deniz Karadeniz ile birleşti, Akdeniz ise hem Atlantik Okyanusu’na hem de Hint Okyanusu’na bağlandı. Bütün bunların, istilacı canlılar konusunun tam anlaşılabilmesi için büyük bir önemi var.
Kanalı’nın açılmasıyla yıllar içerisinde artan deniz ticareti ekolojik olarak beraberinde bazı öngörülmeyen sürprizler getirmeye başladı. Tüm gezegen okyanuslarında tanker balast suyu yoluyla yayılmalar sağlayan canlılardan bazıları, yeni geldikleri alanda besin bolluğu ve doğal predatörlerin bulunmaması avantajından yararlanarak popülasyonlarını hızlı ve aşırı bir şekilde arttırıyor. Bazıları ise endemik türleri avlayarak ya da onların besinlerini tüketerek balıkçılık açısından problem teşkil ederken, yörede yaşayan doğal türlerin üzerinde baskı yaratıp ekosisteme çeşitli zararlar veriyor.
Karadeniz’de, muhtemelen gemilerin balast suyuyla bu şekilde taşınan bazı organizmaların (taraklı medüz-Mnemiopsis leidyi, deniz salyangozu-Rapana venosa, sülükayaklı-Balanus improvisus ve yumuşakça-Mya arenaria) endemik türlere zararı dokunuyor. Taraklı medüz (M. leidyi) Batı Atlantik’e ait etçil bir taraklı “stenefor” türüdür. Karadeniz’e 1982 senesinde tanıtılan M. leidyi, yüksek besin konsantrasyonlarında rekabet açısından pek çok canlıya göre avantajlı özelliklere sahip olduğundan, ötrafikasyonun (Marmara’da sıklıkla görülen alg patlaması benzeri olayların başlıca nedenidir) artış gösterdiği zamanlarda istilacı statüsü kazanarak popülasyonunu arttırmıştır. 1989-1990 döneminde popülasyonu en yüksek seviyelere çıkan taraklı medüz (m3 suda 400 birey), küçük sürü balıklarının besinlerine ortak olarak ortamda yeterli besin olmasını engellemiştir. Besinlere ortak olmanın yanı sıra hamsi ve diğer sürü balıklarının pelajik larvalarıyla da beslenen M. leidyi, balık sayılarında aşırı bir düşüşe neden olmuş, özellikle hamsi (Engraulis encrasicholus) stoklarını besin rekabetine girerek ve yavrularını yiyerek etkilemiştir. O dönemde taraklı medüzün Karadeniz’de hamsi balıkçılığına verdiği ekonomik kayıp yılda 250 milyon dolar, Hazar Denizi kikla avcılığına verdiği zarar ise 15 milyon dolar kadardır.
Yumurtadan çıkmasını takiben ilk yedi gün içinde M. leidyi larvasının ağırlığını yedi defa iki katına çıkardığı, günde iki defa yumurta bıraktığı ve 5 santimlik bir bireyin 3610 yumurta verdiği; laboratuvarda yumurtadan çıkan bireylerin 23 gün sonra ortalama olarak 8 bin yumurta, denizdeki en büyük bireylerin ise günlük 14 bin yumurta bıraktığı kaydedilmiştir. Sıcaklık da taraklı üremesinde önemli faktörlerden biridir. M. leidyi Karadeniz’de mikroskobik canlıların bol olduğu bölgelerde sıcaklığın 21 derecenin üzerine çıkmasıyla üremeye başlar ve besinin az olduğu dönemlerde vücut boyutunu küçülterek açlık stresine dayanıklı hale gelir. Bunca avantaja, 2 ila 32 derece sıcaklıklar ve <2-38 psu tuzluluk değerlerinde yaşayabilme yetisine rağmen, beslenme ihtiyacını karşılayamayan denizdeki besin seviyesi taraklı medüzün popülasyon artışının önüne geçerek sayılarının düşmesine neden olmuştur.
Yine tanker balast suyu yoluyla Karadeniz’e ulaşan bir başka stenefor türü, Beroe ovata (deniz cevizi olarak da bilinir), M. leidyi ile beslenerek, biyolojik anlamda bu canlıların popülasyon kontrolünü sağlamış ve deniz sistemine bir denge getirmiştir.
Ancak burada esas göz önüne alınması gereken unsur, Ahmet Kideys’in Science dergisine (2002) düştüğü nottur: “Karadeniz ekosistemi 1980- 1990 seneleri arasında katastrofik bir seviyedeydi. Bu sistemin dengelerinin bozulması iki faktöre bağlanabilir -ötrafikasyon (domestik ve tarımsal atıklar vasıtasıyla gelen besin zenginleşmesi) ve -taraklı medüz istilası. Bu faktörler insan kaynaklı kirlilik ve aşırı avcılık ile katlanarak o dönemki büyük çöküşü başlatmıştı.” Kideys, makalesinin bir bölümünde, Tuna, Dinyeper, Dinyester gibi ırmaklardan gelen 17 ülkenin kirliliğiyle oluşan bu katastrofik şartların, belki de çeşitli çevresel düzenlemeler getiren Avrupa ülkeleri sayesinde iyileştiğinden ve Karadeniz ekosisteminin, takip eden dönemde nispeten düzeldiğinden bahsediyor.
Çöküş bitti mi?
Peki, bu çöküş bitip yerini güzel günlere ve sağlıklı bir ekosisteme mi bıraktı? İstilacı canlıların tehdidi İstanbul için, Marmara ve Karadeniz kıyıları için devam ediyor mu?
Günümüzde stenefor türleri haricinde pek çok istilacı veya yabancı tür benzer yollarla Marmara ve Karadeniz’e tanıtılmış durumda. Bunlar arasında en dikkat çekenler denizyıldızı (Asterias rubens) ve rapana (Rapana venosa) olabilir. Marmara Denizi’ne 1990 yılında giriş yapan Atlantik kökenli denizyıldızı oldukça çekici renklere sahip (pembe, mor, krem, kırmızı, yeşil tonları), 50 santimetre boya erişebilen, iri, üzeri sayısız çıkıntılarla kaplı, güzel bir tür. Rapana ise 1950’lerden beri Karadeniz’de görülen, artık yerel tür kabul edilen iri bir deniz salyangozu. Deniz zeminine scuba ve nargile dalışı yapılarak toplama usulüyle gerçekleştirilen rapana/ salyangoz avcılığı, ülkemizde 1985 yılından sonra ticari olarak önem kazanmaya başladı. İşinde gücünde kitleler halinde karadaki beton yapılara sıkışmış İstanbul ahalisi görmese de Karadeniz ve Marmara Denizi gece gündüz deniz zemininden salyangoz çıkaran teknelerle dolu.
Rapana ve asterias denizyıldızının ortak özelliği aşırı obur oluşları; doğal avcılarının bulunmadığı ortamda bir de aşırı miktarda beslenme imkânı bulunca tüm deniz zeminine yayıldılar. Bugünlerde deniz zemininde herhangi bir yere bakacak olursanız, içi boşaltılıp kabukları açılmış bir midye mezarlığı arasından saçaklı kollarını her yöne çıkartan örümcek denizyıldızları ve çevresinde, nereye giderseniz gidin A. rubens ile ondan da iri M. glacialis denizyıldızı ile papanalar görecekseniz. Yeşil suların hemen altındaki zeminde her an bir ölüm kalım mücadelesi yaşanıyor. Organik madde miktarının sudaki artışıyla bol besin bulan midyelerin popülasyonu artış gösterirken, midyelerin artışı onlarla beslenen denizyıldızları ve rapanaların işine geliyor. Denizyıldızları midelerini dışarıya çıkartarak kolaylıkla midye kabuklarının sağladığı savunmayı aşabilirken, rapanalar kaslı bacaklarını kullanıyorlar bu iş için. Sonuç olarak, pek çok yerde denize basılan şehrin atık sularıyla Marmara’nın deniz suyu yapısı değiştikçe, organik madde yükü arttıkça, mikroorganizma sayısı katlandıkça, bunlarla beslenen orta sudaki denizanası, stenefor ve zemindeki midye, denizkestanesi, denizhıyarı sayısı artıyor; midye sayısı arttıkça bizim rapanalar ve denizyıldızları kazanıyor. Aşırı avcılıkla sayıları azalan dişli balıklar görünmez oldukça da bir denge kurulamıyor. Eğer ahtapotlar Marmara’da var olabilseydi bu rapana bolluğunda bayram ederlerdi ve bir şekilde denge kurulabilirdi belki, ama düşük tuzlu su nedeniyle yoklar.
Özellikle gümrük bölgelerinde, farklı denizlere giriş çıkış gerçekleştirilen askerî ve ticari limanların çevresinde rengârenk tipleri ve türleriyle her tür zemini kaplayan koloniyel tunikatlara rastlayabilirsiniz. Tanker balast suları vasıtasıyla Marmara sularına tanıtılan canlılar arasında algler, süngerler, tunikatlar, midyeler, istiridyeler, kekamoz türleri, anemonlar, stenoforlar, denizkurtları-salyangozları-anaları- yıldızları-kestaneleri-yıldızları, yengeçler, egzotik balıklar, jumbo ve diğer karides türleri var. Ezcümle, tüm deniz hayvanları âleminin temsilcileri gelmiş Marmara Denizi ve Karadeniz’e. Bunların bazıları ortamın onlara sağladığı avantajları kullanarak sayılarını arttırmış ve istilacı özelliği kazanmış. Bazısı ise normal seviyelerde, yalnızca giriş yaptığı noktalarda görülüyor.
Agresif yengeç ve zehirli balon balıkları
En sık görülen ve yayılımı dikkate değer olan türlerden biri de agresif, zemindeki leşler için rakipleriyle şiddetli kavgalara girişen, fazla yaklaştığınız zaman hemen kıskaçlarını çekerek sizi tehdit ediveren atak yengeç türü Liocarcinus depurator. Gövdesi yoğunlukla kırmızı tonlarında olan bu yengeci ayıran özelliklerden biri, istediği zaman sondaki yüzgeç ayaklarıyla kısa bir itiş sağlayarak ilerleyebilmesi. Agresif yapısı ve fırsatçılığından fayda sağlayarak sayısını aşırı derecede arttırmış yengeçlerden biri.
Balık stoklarındaki çöküş, tür çeşitliliğindeki azalış, zararlı türlerin sayısındaki artış ve dolaylı ekonomik zararlar, bahsettiğimiz iç denizlerin başına gelmekte olan olumsuz değişimler arasında sayılabilir. Dengelerin bozulması sonucunda denizel ekosistemler egzotik türlerin istilasına karşı daha da hassas bir duruma geliyor.
Bir başka istilacı tehdit kapıda olabilir. Akdeniz’i kasıp kavuran balon balıkları Marmara ve Karadeniz’de görülmeye başladı. Lesepsiyen balon balığı türlerinden Lagocephalus spadiceus 2007’de Marmara sularında, Lagocephalus sceleratus 2014’te Karadeniz’de, 2017’de Sinop sularında yakalandı. Amatör oltacılardan ve balıkçılardan gelen haberlere bakılırsa, Marmara’da az da olsa oltaya gelmeye başladılar. Aslan balığı, papağan balığı, sokar balığı gibi diğer istilacı balıklar tuzluluk farkı nedeniyle ya da oksijen yetersizliğinden henüz Marmara’ya gelmiş değil. Akdeniz kıyılarında avcılık yeteneğiyle ve oburluğuyla kayalık alanlarda yaşayan balıkların ve yavrularının canına okuyan aslan balığının Marmara’ya gelmesi durumunda ekosistemin nasıl etkileneceğini bilemiyoruz. Sokar balığı (sokkan) ise Akdeniz’de sürüler halinde alglerle beslenerek kaya üstlerinin çırılçıplak kalmasına neden olan, dikenleri aslan balığına göre nispeten daha az zehir içeren bir balık. Sokar balığının gelmesi organik besin yükü nedeniyle kıyıları ve zemini algle dolu olan Marmara Denizi’ne belki de bir miktar denge getirebilir.
İstilacı canlılar kadar önemli başka bir konu ise yakın zamanda büyük bir tehdidin eşiğinden dönmemize neden olan bazı doğa olayları. Marmara’da uzun zamandır görülüyor olsa da geçtiğimiz aylarda deniz salyası (müsilaj) denilen, gerçekten de salyaya benzeyen, suda serbestçe salınan ya da zemine çöken yapıların miktarının artmış olması.
Deniz salyası, fitoplankton olarak adlandırılan tek hücreli bitkisel mikroorganizmaların ışık, sıcaklık gibi uygun şartlar altında ortamdaki (evsel, zirai, endüstri atık kaynaklı) organik madde fazlalığıyla beraber denizde aşırı şekilde artmasından kaynaklanıyor. Mikroorganizmalar, denizde kendilerine uygun ortam bulduklarında aşırı derecede artıp besin rekabetine girerek denize salgılarını bırakıyor ve böylece su üzerinde ve dibinde sümüksü bir yapı oluşturuyor. Zamanla dibe çöken oluşum ekolojik açıdan denizdeki oksijeni azaltıyor, balıkların yumurtlama alanlarını etkiliyor. En son 2007 senesinde Marmara’da büyük problem yaratan deniz salyası geçtiğimiz sene de balığa çıkmalarını engellediği balıkçıların isyan etmesine neden oldu.
2015 baharında İzmit Körfezi’nde deniz canlılarını izleme çalışması gerçekleştirdiğim sıralarda körfez suları tam iki ay tamamen kırmızıya bürünmüştü. Görüş o kadar düştü ki, çalışmayı sonbahara ertelemek zorunda kaldım. İnsan etkisinin doğal alanlar üzerinde artan baskısı ve her tür kirlilik neticesinde, iklim değişikliğiyle ısınan denizlerde daha pek çok farklı türü göreceğiz gibi görünüyor.
Peki, biz pek çok canlı için doğal yumurtalama alanı teşkil eden gezegendeki en eski kolektif izlerden bazılarını, sekiz bin senelik balıkçılık buluntularını doğuran bu kapalı iç denizlerimize gerekli önemi veriyor muyuz? Günün sonunda kendimize sormamız gereken önemli soru aslında bu.