Karanlığın içindeki ışığın peşinde

Fotoğraf
Serkan Eldeleklioğlu
22 Şubat 2021 - 18:31

Genel bir elektrik kesintisiyle karanlığa ve kaosa teslim olan İstanbul’da geçen bir günü anlatıyor Hayaletler. Acı bir ironiyle film pandemiye takıldı, Antalya’da beş “portakal”a ve Avrupa festivallerinde birçok prestijli ödüle kavuşurken salonlarda seyirciyle buluşamadı. Yine de dijital dünyadaki gösterimlerle de ses getirmesini bildi. Şimdi heyecanla sinema salonlarının açılmasını ve filminin vizyona girmesini bekleyen yönetmen Azra Deniz Okyay’layız...

Azra Deniz Okyay Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde

İlk uzun metrajın Hayaletler beş dalda Altın Portakal aldı, ayrıca Venedik, Varşova ve Selanik Film Festivallerinden ödülle döndün. Böyle bir başarı bekliyor muydun?

Bir projeyi aklınızda oluşturmaya başladığınızda okyanusta kayık gibi oluyorsunuz. Hele ki genç bir yönetmenseniz. Beş sene boyunca gece gündüz kapanıp yalnız başına yazdım. Hem büyük bir keyifle hem de acı ile diyeyim. Yazım zor bir süreçtir çünkü. Bu film projesi halı dokuması gibi. İlmikleri, tutarlı ve kendi tekniğimi geliştirerek yaptım. Filmdeki bağlanmış konular, kafamda öbüründen ayrılamaz haldeydi. Çünkü ülke bu şekilde benim için. Bir olgu, domino etkisi yaratıyor artık, bir konu öbürünü de etkiliyor. Başarı konusuna gelince... Babamın bir lafı vardı: “Bir çaycı da olsan, işini çok severek ve iyi yaparsan en iyisi olursun zaten.” Ben de yıllar süren bir çalışmayla yapabileceğimin en iyisini yapmaya çalıştım. Yetenekli yapımcım Dilek Aydın ile karşılaşmamız sayesinde projeyi hazırladık, aylarca uyumadan çalıştık. Bu uğraşlar sonucu ödüller de ayrı coşku oldu. İnanılmaz sayıda da “umut olduğunuz için teşekkürler” mesajı aldım. Bu benim için en önemli ödüldü.

Pandemi döneminde bu festivaller senin adına nasıl geçti?

Zor tabii. Filmi bitirme sürecinde kimseye geçiş izni verilmediğinden neredeyse Venedik’e gidemiyorduk. Venedik dışında yurt dışındaki festivallere ancak Zoom ile katıldık. Antalya çok güzel oldu. Açık hava sinemasında izleyebildik. Sinemanın büyüsü ancak o zaman anlaşılıyor. Genelde izleyenlerin coşkusunu görmek, başka yönetmenlerle fikir alışverişi yapıp filmleri, konuları tartışmak en önemsediğim şeylerdir festivallerde. Bu yönden eksik kaldı birçok şey. Umarım sinemalarımıza kavuşup maskeli de olsa film izleyebileceğimiz günler gelir. Onat Kutlar’ın söylediği gibi, sinema bir şenliktir çünkü.

Sulukule Mon Amour

Azra Deniz Okyay adını sinema, kısa film ve belgeselle yakından ilgilenenler Küçük Kara Balıklar ve Sulukule Mon Amour’dan halihazırda biliyor. Daha genel izleyici için sinema yolculuğunu biraz anlatabilir misin?

Çocukluğumda aşırı utangaç ve sessiz bir çocuktum. Gözlem yeteneğim o zaman gelişti belki de. Ailem sinema tutkunu olduğundan ve ben de sorun çıkarmayan sessiz bir çocuk olduğumdan, festivallerdeki filmlere çoğunlukla beni de götürüyorlardı. Çok küçük yaşta bir sürü klasik film izlemişim. Ortaokula başladığımda fotoğrafa merak sardım ve fotoğraf sanatçısı Dora Günel’e asistan oldum. Aynı zamanda tiyatro da yapıyordum. Lise yıllarındayken kesin sinema okumalıyım diye kafama koymuştum. Hatta görüntü yönetmeni olmalıyım diye inanılmaz araştırma yapıp lensti, kameraydı kafayı takmış, bulduğum her şeyi okuyup izleyip deli gibi bilgi edinmiştim. Okulda aldığım teorik dersler bana yetmedi. Üniversite yıllarında derslerimi kırıp aynı anda setlerde çalıştım ve Fransa’da sosyal bilimler yüksekokulunda dışarıdan sosyoloji derslerine de girip başka hocaları dinledim. O dönem yönetmen Michel Gondry’nin ekibine dahil olabildim. Teknik açıdan çok şey öğrenmeye ve kendi laboratuvarımı kurmaya başladım diyebilirim. Küçük Kara Balıklar ve Sulukule Mon Amour’un belgeselvari tavrı oradan geliyor olabilir. Ancak en baştan beri kendi tekniğimi de ortaya koyarak film yapmak en önemlisiydi benim için.

Hayaletler’i de ithaf ettiğin yazar annenin bu yolda etkisi oldu mu?

Annem Leyla Ruhan Okyay, tanıdığım en yaratıcı yazarlardan biri. Benim yazar ustam. Çocukluğumdan beri yaşadığı olayları hikâye gibi anlatmasını, onu nasıl kaleme alıp şekillendirdiğini yakından takip ettim. Çok cesur ve yenilikçi bir bakışı vardır ve tanıdığım en çalışkan insandır. Aynı zamanda mimardır. Nezihe Meriç hayatta iken çok yakındılar. Ortaokul, lise yıllarımda buluşmalarına sessizce eşlik edip onları dinlerdim. Saatlerce öyküler, yazılar, kısaca edebiyat üstüne konuşurlardı. Analiz ve tekniğin nasıl geliştiğini, yaratımda dikkat edilmesi gereken ayrıntıları böylelikle algılamaya başladım. Bakmak ile görmek arasındaki farkı algıladım.

Hayaletler, Azra Deniz Okyay'ın ilk uzun metrajlı filmi

Kentsel dönüşüm konusu Sulukule Mon Amour’da vardı, şimdi Hayaletler’de de karşımıza çıkıyor, bu konuya ilginde mimar olan anne ve babanın rolü var diyebilir miyiz?

Çocukken hayatım şantiyelerde geçti. Babam aynı zamanda UNESCO’nun desteklediği Mardin ve Safranbolu Koruma Planlarını yaptı. Oralarda bir süre yaşadık. Koruma planı yapılan şehirlerin ve yerleşmelerin koruma altına alındığında oralarda yaşayanların da korunduğunu gördüm. Bu önemli bir ögedir benim için. Bakmak ve görmek arasındaki farkı da bu şekilde öğrendim. Sulukule, babamın ölümünden önce en son kurtarmaya çalıştığı yerdi. Mücella Yapıcı ile birlikte, bu 500 senelik inanılmaz kültür yok edilmesin diye çalıştılar. O dönem babamı kanserden kaybettik. Büyük bir yıkımdı benim için. Hayaletler’de kenti beşinci bir karakter gibi ele aldım bu yüzden de. Kentsel dönüşümün, hayatımızda eskiye oranla çok daha büyük bir yer ettiği aşikâr. Herkes birkaç senedir farkına vardı. Bu yalnızca kentsel dönüşüm değil, insanları ve kültürü de etkileyen, dönüştüren bir konu... Biz zaten filmi çektikçe mahalledeki mekânlarımızı, evleri yıktılar. Bir gün sonra istesek tekrar çekemezdik. Çok hızlı olmamız gerekiyordu ve 17 günde çektik Hayaletler’i. Filmi gören kurgucu Fransız bir arkadaşım “Eric Rohmer’in bir cümlesi vardır: ‘Şehri yıkılırken çekmek lazım.’ Bu filmde o his var” dedi. Sanatçı ve yönetmen olarak bunu tartışmaya açmak istemem normaldir. Sert bir konuyu sert bir şekilde çekmiş oldum.

Altın Portakal ödül konuşmasında bir kadın yönetmen olarak Türkiye’de bugüne kadar yaşadığın zorluklardan kısaca söz etmiştin. Karşına çıkan engelleri, sinema üzerine hayaller kuran genç okurlarımıza ilham vermek için biraz açabilir misin?

Yirmi altı yaşında reklam çekmeye başladığımda, sette sanki hayvanat bahçesinden kaçmış bir zürafaymışım gibi bakıyorlardı bana. Bu biçimde algılandığımdan olsa gerek, yani kadın yönetmen olduğum için, çok büyük reklam ajanslarında benimle çalışmak istemediklerinin söylendiği ve işlerimin elimden alındığı zamanlar oldu. İnanılmaz büyük bir önyargı var. Yeteneksiz birçok kişinin yalnızca erkek oldukları için öne çıkarıldığına şahit oldum. Önyargı işinizi elinizden alıyor ve zaman kaybediyorsunuz gereksiz yere. Siz sabah kadınım diye uyanmıyorsunuz; iş yerinde veya sokakta karşılaştığınız kötü durumlar size kadın olduğunuzu hatırlatıyor. Kariyerinizle oynanıyor. Bu birikimler sonucu yaptığım en iyi şey, çok ama çok çalışarak ve mesleğimi en iyi biçimde icra ederek kendimi ortaya koymam oldu. Bu çok yorucu, uzun ve üzücü bir süreçti. Kaç kez mesleğimi bırakmak istedim. Hayaletler’i yaparken birçok yapımcı ve yönetmene göre çok daha çevik, hiperaktif ve yaratıcı olduk Dilek Aydın ile. Her an her şeyin elimizden kayıp gitme korkusuyla çekime giderken A, B, C, D şıklarını alternatif olarak bulundurduk. Yaptığımız delilikti resmen. Ama buna zorunluyduk, başka seçeneğimiz yoktu.

Filmin büyük kısmını Maltepe Gülensu Mahallesi’nde çekmişsin. Burayı nasıl seçtin, sonraki süreç nasıl devam etti?

Yıkılmamış ender mahallelerden birisi Gülensu çünkü. Değerli muhtarı Ali Rıza Yıldız’ın semtinin korunmasıyla ilgili çok iyi çalışmaları var. Sulukule yıkılırken de kendi mahallemi nasıl koruyabilirim diye, birçok akademisyenle görüşmüş ve mimarlarla projeler geliştirmiş. Mekân bakarken şans eseri karşılaştık Gülensu’yla ve âşık olduk. Korunması gereken bir yer olarak kazındı kalbime. 

Hayaletler'de Didem rolündeki Dilayda Güneş

Eleştirmenler 20-30 yıl sonra İstanbul’un bugünkü halini merak edenlerin izlemesi gereken film olarak gösteriyor Hayaletler’i. Sen de filmi çekerken yıkımlara şahit olduğunu söylüyorsun, film içinde film yaşamışsın belli ki. Peki sence Hayaletler bu açıdan karamsar bir film olarak görülebilir mi? İstanbul’un geleceği hakkında ne düşünüyorsun?

Hayaletler’in karamsar olduğunu söyleyemem; “Bakın bu durumdayız!” demek gerekiyordu sadece ve gerçekçilikten yanayım. Neleri, nasıl koruyabiliriz, bu uğurda savaşan insanlara nasıl yardım edebiliriz, bunları düşünmek lazım. Çok geç kalınmış olsa da, bu konuyla birlikte başka önemli konular da ortaya çıkıyor. İstanbul bir megakent ve yalnızca finansal açıyla yürütülen bir bakış açısı yüzünden çökmekte. İstanbul, koruma kurulları ve şehircilerin çalışmalarıyla ayakta kalabilir. Doğayı ve kültürel mirası böylesine hunharca yok etmeye devam edersek, “Raşit” gibi insanların üstümüze çökmeye devam etmesi kaçınılmaz olacaktır.

Film distopik bir atmosferde geçse de, dramın dozu artsa da, finali itibariyle bana da umut verdi. Daha önce dans etmesi engellenen “Didem” karanlık sokakta elindeki telefonun ışığı eşliğinde özgürce dans ediyor...

O sahne, çekimin büyüsünde oluşan bir sahne. Sizin kâğıt üstünde tasarlayıp sonrasında yönetmen çevikliğiyle birleştirmenizle çıkabilir ancak. Ekip son gecenin son saatlerinde yorgunluktan bitmiş durumdayken bir anda aklıma geldi ve çektik. Sürünerek çektik ama inanılmaz mutlu olduğumu hatırlıyorum. Bir mucize veyahut bir bebeğin belirişi gibi inanılmaz büyük bir coşku veriyor bu tür anlar. Gecenin köründe genç bir kızın halen yerinde duran tarihî binalara ışık tutması bana umut veriyor. İzleyen çoğu kadın ilk önce tedirgin olmuş o saatte nasıl dans edebilir karanlıkta diye. İşte böyle bizim karanlıkları nasıl aydınlatabileceğimizi sembolize eden bir sahneye dönüştü. Minik bir ışık olsa da...

Azra Deniz Okyay

Hayaletler, anlatım ve üslup olarak son zamanlarda izlediğim en özgün filmlerden biri. Hareketli bir kamera var, oyuncuları yer yer çok yakından çekiliyor, bazen filmin dilini kıran farklı kadrajlarla karşılaşıyoruz, zaten bölümler dikey çekilen Instagram görüntüleri ile ayrılmış. Bu yapı-bozucu diyebileceğimiz tercihlere seni yönelten neydi?

Filmin senaryosunun yazımında, kameranın hareketli olması gerektiğini düşünerek sahneleri yazıyordum. Çünkü konu itibariyle dinamik ve esnek olmalıydı bazı sahneler... Kendi laboratuvarımda kendi tekniğimi geliştirdim diyeyim. Hangi konuyu neden o şekilde çekmeniz gerektiğini belirlemek yönetmenin en büyük ustalığı olmalı. Her filmin kendine has bir duruşu olmalı bence. Çok az paramız vardı ve o yüzden çok az zamanda bazen çok daha kıvrak olup çekmem gerekti birçok sahneyi. Görüntü yönetmenim Barış Özbiçer ve kurgucum Ayris Alptekin’le masaya oturup daha sahneyi çekmeden tam sahnenin neresinden kesersek daha akıcı olur diye çalışmaya başladık. Görüntüden geldiğim için daha derinlemesine çalışmak benim için doğal bir içgüdü oldu. Instagram görüntüleri bence modern çağın hem belgelenmesi hem de bu filmde bir kitaptaki gibi bölümlememi sağlıyor. Sinema kelimesi eski Yunancada hareket demek. Filmde, “kendi tekniğimle” hareketi farklı şekilde yazdım.

Bu anlatımı kurarken referans aldığın Türkiye ve dünya sinemasından film ve yönetmenler oldu mu?

İlham olan tek bir film referansım yok, ama teknikleriyle ilham olan yönetmen ve senaristler var. Kore sinemasındaki filmlerden tutun Arjantin sinemasına kadar gidiyor ilhamlarım. Evrensel bir dile ulaşıldığında filmi herkes anlayabilir. Sinema, bir duyguyu farklı şekillerde göstermek demek. Avrupa festivallerinde Hayaletler’i izleyen birçok kişi “Sanki İstanbul’da yaşıyor ve o karakterleri tanıyoruz” dediler.

Hayaletler adını filmin birinci saatinde perdede/ ekranda görüyoruz. Bu da filmin deneysel tavrının en net göstergelerinden...

Açıkçası, ismi gibi her an hayalet gibi ortaya çıkabilir esprisiyle oraya koydum. Aynı zamanda kurallara uymak istemeyen yapıda bir film olduğundan.

İlk başta Figuras ismi üzerinde durmuşsun; hangi aşamada, nasıl bir düşünceyle daha sonra Hayaletler adında karar kıldın?

Figuras kelimesi Alman filolojist Erich Auerbach’a ait; 1940’larda İstanbul’a sürülmüş ve bu kelimeyi o dönemin İstanbul’u için yaratmış: “Değişmekte olan karakter” demek. Filmde de karakterler bir noktadan bir noktaya giderken değişiyor. Fakat filmin son sürecinde elektrik kesintisi daha yoğun bir kavram olunca, estetik ve kavramsal açıdan karanlığa gömülen bir şehri ve karakterleri çalışınca, Türkçe Hayaletler adı öne çıktı.

Hayaletler ekibi Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde

Filmde aslında birden çok filmin altından kalkabileceği bir tema yoğunluğu görüyoruz. Kadın hareketi, kadın cinayetleri, göçmenlerin sorunları, kentsel dönüşüm, siyasi otorite, sınıf farkı, toplumsal kutuplaşma gibi birçok konu bir noktada birleşen dört karakterin hikâyeleriyle anlatılıyor.

Türkiye sinemasında belki çok yoğun bir şekilde tek konuya bakma eğilimi gelişmiş olabilir, ancak Hayaletler’de bir konunun öbüründen bağımsız gelişemeyeceği düşüncemi yansıtıyorum. Halı dokumasındaki gibi gene. Nezihe Meriç’in bir sözü vardır, kelimeler kalemin ucuna gelir diye. Hayaletler bu şekilde yazıldı. Sonuçta sizin sanatçı olarak göreviniz, bazı şeyleri öngörüp kendi dilinizle seyirciye aktarmaktır.

Suriyeli göçmenlerin dünyası da filmde var. Bu konuda araştırma yaptığını, göçmenlerle söyleştiğini düşündüm izlerken, çünkü çok içeriden bazı gerçekçi gözlemlerin var. Doğru mu?

Ailemden dolayı melezim. Türkiye’nin de bünyesinde farklı kültürleri barındırdığı için melez olduğunu düşünüyorum. Suriyelilerin artık bizimle yaşayacak olan yeni bir kültür olduğu aşikâr. Çekim yaptığım mahallede Suriyeliler vardı. Bakkalından tutun sokakta oynayan çocuğuna kadar. Onların da oralı olarak filmde var olması benim için çok normal.

Paris’te okumuş olmanın, göçmen sorununa eğilmende etkisi var mı? Küçük Kara Balıklar’da bu açıdan biraz otobiyografik yerden yola çıkmış ve Paris’te okuyan öğrenci bir kızla Türkiye’de bakıcı olarak çalışan Ermeni bir kadını bir araya getirmiştin.

Babam Türkmen; annem de Makedonya ve Bulgar göçmeni ailelerden geliyor. Ben kendimi hep Türkiyeli olarak gördüm. Başka bir ülkeye gidince göçmenliğin ne kadar zor olduğunu fark ediyorsunuz. Hele ki on yedi yaşında ve tek başına ayakta durmaya başlayınca, bunu daha iyi öğreniyorsunuz. Bu konuyu, sınırların arasında, tam ortasında kalanların da anlatması önemli.

Hayaletler’in arkasında hep kadınları görüyoruz. Kurgu Ayris Alptekin’e, müzikler Ekin Üzeltüzenci’ye ait. Yapımcın Dilek Aydın. Bu, filmdeki ve senin sinemacılığındaki bir tavrın uzantısı olarak görülebilir mi?

Açıkçası en yetenekli, dinamik ve çalışkan olan arkadaşları seçtim bu film için. Her birinin kendi çizgisi bu filme uygun olduğu için de... Ama genel anlamda kadın ve erkeğin dengesinin olduğu bir teknik ekip yarattık.

Hayaletler’den sonraki adımın ne olacak? Yeni bir proje var mı üzerinde çalışmaya başladığın?

Heyecanlı bir süreç benim için. Filmim daha vizyona girmedi ve festival süreci devam ediyor. Dünyanın birçok yerinden davet var, bu büyük bir mutluluk. Gezdikçe ve film izlenebildikçe başka şeye de adım atmaya başlayacağım. Kendi laboratuvarımda yeni projeler çalışmaya devam edeceğim. Bu sürecin kendi öğreticiliği olacak. Ama öncelik, filmimizi mümkün olduğunca dağıtmak. Sinema salonlarının da olmadığı yerlere, daha küçük şehirlere de Hayaletler’i götürebilmek isterim. Umut olmak, kendi hikâyelerimizin ışığını yaymak da görevim bir yönetmen olarak.

Mekan desteği için Alancha'ya teşekkür ederiz. 
Azra Deniz Okyay
Hayaletler
Sinema
Antalya Altın Portakal Film Festivali
Venedik Film Festivali
İstanbul
Sayı 005

BENZER

Şehrimiz, iki kıtanın birbirine kavuştuğu dar bir boğaz. Bu sayede, dünyadaki kuş hareketlerinde çok önemli bir konuma sahip. Avrupa, Asya ve Afrika arasında yer değiştirirken kara üzerinden uçmayı tercih eden veya üremek için civarımızı seçen yüzlerce türden yüz binlerce kuş, her ilkbahar ve sonbahar İstanbul semalarında kuş resmigeçitleri yaşanmasına vesile oluyor. Sonbahar göçü ağustos ayında başlayıp ekim sonuna kadar yoğun biçimde sürüyor.
İstanbul’un sokaklarını, vapurlarını şehrin diğer sakinlerinden farklı ruhla hisseden, farklı gözle gören bir müzisyen Evrencan Gündüz. Babası Asım Can Gündüz’ün ona genç yaşındayken hediye ettiği ilk gitarıyla insanların karşısına geçip müzik yaptığı ilk yer de bu sokaklardı.
İST'in yaz sayısında neler var?