İstanbul’un Hezârfen’i Necip Sarıcı

Fotoğraf
Koray Berkin
04 Haziran 2021 - 11:17

Sinemaya makinist olarak çok küçük yaşta başladığınızı biliyorum ama bir anlamda kariyerinizi hatta kaderinizi belirleyen Lale Film’e nasıl girdiğinizden biraz bahsedebilir misiniz lütfen?

1957 yılı, askerden yeni dönmüştüm. Gazetede bir ilan gördüm. Lale Film yetiştirilmek üzere teknik eleman arıyordu. İmtihanla alacaklardı, başarılı oldum ve Lale Film Stüdyosu’nda çalışmaya başladım. O yıllarda Lale Film, Mecidiyeköy’de geniş bir bahçe içinde, dut ve palmiye ağaçlarının arasındaki üç katlı bir köşkte bulunuyordu. Lale Film Stüdyosu’nu Sabahat Filmer yönetirdi. Sinema bölümünün ve film ithalat kısmının başında da eşi Cemil Filmer vardı. Sabahat Hanım köklü bir Osmanlı ailesindendi, Halide Edip’in yakın dostlarından biriydi ve çok iyi eğitim almış bir Cumhuriyet kadınıydı. Hatıralarında İzmir’deki Lale Sineması’nda seyirci bölümünü ortadan ayıran bir perde olduğunu, Gazi’nin sinemaya bir ziyaretinde bu örtüyü çekerek indirdiğini ve “Sinemalarda artık haremlik selamlık olmayacak” dediğini anlatır. Sabahat Hanım filmlerin tercümelerini kendisi yapardı. Çok disiplinli bir yöneticiydi, çok tutumluydu. Maaşlarımızı da bizzat kendisi verirdi. Kendisine her zaman “hanımefendi” diye hitap ederdik. Hocamız oldular, nur içinde yatsınlar. Ben Lale Film okulundan mezun oldum.

Sarıcı, 5000 civarı Yeşilçam filmi afişinden oluşan orijinal afiş koleksiyonuna sahip

Daha önce ses veya dublajla ilgili bir deneyiminiz var mıydı?

Hayır. Biz Lale Film’in ses odasına arkamızdan itildik! (Gülüyor) Yeni girmiştik müesseseye, Cemil Filmer’le arasında bir anlaşmazlık olunca ses mühendisi Esat Bey ayrılmış ve ses odası boş kalmıştı. Ben ses işine böylece başlamış oldum, yapa boza öğrenecektim.

Ses dünyası apayrı bir dünya, nasıl hissettiniz kendinizi bu yeni dünyada?

Ben ses konusuna meraklıydım aslında. İzmir’de makinistlik yaparken hem asistanım hem arkadaşım olan, daha sonra önemli bir yönetmen olacak olan Mehmet Aslan ile müziğe düşkündük. Ayrıca yapılan dublajlardaki sesleri taklit ederdik. Mesela hayran olduğumuz Sami Ayanoğlu’nun sesini. Şimdi ben Lale Film Stüdyosu’nda ses odasına girdiğim zaman Topkapı Sarayı’nın hazine dairesine girmiş gibi hissettim kendimi. Çünkü benim o güne kadar ancak filmlerde gördüğüm, filmlerde seslerini duyduğum, ulaşamayacağım Darülbedayi oyuncularını karşımda görüyordum. Üstelik ne kadar genç olsam da bana saygı gösteriyorlardı, çünkü ses çekenin bir vasfı vardır. Çok yardımcı oldular. İlk önce yabancı filmlerin dublajıyla başladık ve o sırada makineleri tanıdım ve öğrendim. Sonra filmlere taş plaklardan müzikler koymaya başladım. Tonmaister’ler karar veriyordu filmlere hangi müziklerin konulacağına o dönemde.

Bir nevi filmlerin müzik direktörlüğünü de yapıyordunuz?

Evet, tüm tonmaister’ler böyle çalışırdı. “Yeni Dünya Senfonisi” fon müziği olarak çok kullanılırdı mesela. Başta Yorgo İliyadis, Lâmi Kâmil, Rauf Tözüm, Tuncer Aydınoğlu, Marko Boduris aynı müzikleri kullanırdı. Bir plağı bütün stüdyolar kullanırdı yani. O zamanlar telif yasası yoktu, yasa 1986 yılında çıktı. Sonra filmler arka arkaya gelmeye başladı. Yavaş yavaş ustalaşıyorduk. Tabii özgün müzik tercihimizdi. Büyük ustalar Nedim Otyam, Yalçın Tura, Arif Erkin, Metin Bükey ve daha sonra Cahit Berkay çok güzel müzikler yaptılar. Bu arada ilk özgün müzik Atıf Yılmaz’ın Karacaoğlan’ın Kara Sevdası adlı filmine yapıldı. Sabahattin Kalender yaptı müziklerini, türkülerini ise Ruhi Su okumuştu. Bunun ilginç bir hikâyesi var, orkestra Ankara’da operada çalıyordu. Üç gün boyunca uçakla sabah gelip akşam döndüler. Hiçbir aksama olmadı.

Seçkin yazarlardan imzalı pek çok kitabın da aralarında bulunduğu binlerce kitabı var Necip Sarıcı’nın

O günlerin dublaj dünyasının önemli isimleri kimlerdi?

Şehir Tiyatroları’nın tüm aktör ve aktrisleri dublaj yapıyordu. Bunu başlatan Darülbedayi’nin kurucusu Muhsin Ertuğrul’du. Kısıtlı imkânlarla çalışıyorlardı bu aktörler ve onlara bir katkı olsun diye Muhsin Bey dublaj yapmalarına izin veriyordu ama tiyatroyu ve provaları aksatmamaları kaydıyla. Dublaj, İpek Film’de başlamıştır. İpek Film’in dublaj konusunda efsane ismi Ferdi Tayfur’dur, büyük bir yetenek. Maalesef hazin bir sonu oldu kendisinin.

Ferdi Tayfur’u anarken kız kardeşi Adalet Cimcoz’dan da bahsedelim mi biraz?

Çok önemli bir dublaj sanatçısı. Mesela çığır açan Avare filminde Nergis’i Adalet Hanım, Raj Kapor’u da Reşit Gürzap seslendirmiştir. Müthiş bonkör bir insandı, ihtiyacı olan herkesin yardımına koşardı. Kocası büyük hukukçu Mehmet Ali Cimcoz idi. Adalet Hanım, Türkçeyi çok iyi kullanırdı, TDK ödüllü bir çevirmendi. “Fitne Fücur” adını verdiği köşesinde çok etkili mizahi yazılar yazardı. İlk sanat galerisi Maya’yı da o kurmuştu. Maya’yı kurmasındaki amaç, eserleri çok ucuza satılan sanatçıların hak ettiklerini kazanması olmuş. Türkiye’de resim piyasası onun sayesinde başladı diyebiliriz. Size pek bilinmeyen bir özelliğini de söyleyeyim: Kimsenin doğum gününü unutmazdı. Fark ettirmeden bir şekilde doğum tarihinizi öğrenir ve mutlaka hediye alırdı. Bana çok güzel tablolar hediye etmiştir. Allah rahmet eylesin. 

Nur içinde yatsın. Başka kimlerle çalıştınız bu ilk dönemde?

Birbirinden değerli isimlerle, ilk aklıma gelenler Nevin Akkaya, Jeyan Mahfi Tözüm, Samiye Hün, Gülistan Güzey, Perihan Tedü, Nevin Seval, Nezihe Becerikli, Sami Ayanoğlu, Suavi Tedü, Hadi Hün, Reşit Gürzap, Kani Kıpçak, Orhan Boran, Tarık Gürcan, Talat Artemel, Agâh Hün, Hayri Esen, Abdurrahman Palay, Esen Günay, Vâlâ Önengüt, Cüneyt Türel, Erdöl Boratap, efektör Sudi Yılmaz ve efsane dublaj yönetmeni Sacide Keskin.

"Ertem Eğilmez’in çektiği filmlerin dublajı çok eğlenceli geçerdi"

Makinistlik, teknisyenlik, tonmaister’likten sonra kariyerinizde çok başarılı bir stüdyoculuk döneminiz de var.

17 yıl çalıştığım Lale Film’den o sırada yöneticilik yapan İlhan Filmer’in hiç beklemediğim ve beni şoke eden bir davranışı sebebiyle istifa ettim. Bir tazminat da almadım. Tam o sıralarda rahmetli Hulki Saner stüdyoculuğu bırakacağını ve stüdyosunu bana uygun şartlarda devretmeyi istediğini söyledi. Hem heyecanlandım hem de onur duydum. 1973 yılında Şema Reklam’ın sahibi Şeref Gedik’le ortak olarak Yeni Stüdyo Renkli Film Laboratuvarı adlı şirketin sahibi olduk. Kısa zamanda çok çalışan bir müessese haline geldik. Laboratuvar Bomonti’deydi, montaj ve dublajları Beyoğlu’ndaki stüdyoda yapıyorduk. Dublaja ben giriyordum ve tüm birimlerde çok sağlam bir ekibimiz vardı.

Tüm hizmetleri verebilen, tam teşekküllü bir stüdyo oldunuz.

Hem de üst kademede. Bir efsaneydi orası, bine yakın film yaptık! Elemanlarımızın gücüyle oldu. Çok önemli filmlerdi. Mesela Kemal Sunal filmlerinin tamamına yakını bizde yapıldı. Arzu Film, Erman Film, Erler Film, Akün Film, Murat Film, Uğur Film... Tüm bu büyük şirketlerle çalıştık. Yıllarca 24 saat üç vardiya çalıştık.

Unutamadığınız dublaj anıları vardır mutlaka.

Evet... Mesela Ertem Eğilmez’in çektiği filmlerin dublajı çok eğlenceli geçerdi. Kalabalık kadrolu filmlerdi. Düşünsenize, Zeki Alasya, Metin Akpınar, Münir Özkul, Adile Naşit, Kemal Sunal, Halit Akçatepe, Ayşen Guruda, Perran Kutman gibi sanatçılar bir aradalar. Kendi dublajlarını yaptıkları için stüdyoya gelirlerdi. 20-30 kişi dolardı stüdyoya. Bazen çökecek diye korkardım ama çok eğlenirdik. Bir de tabii Metin Bükey ile olan çalışmalarımızı unutamam. Çok klas bir müzisyendi. Unutulmaz müzikler yaptı filmlere. Bazen koro bölümü olan film müziklerinde stüdyodaki çaycısından montajcısına kadar tüm ekip koronun üyesi olurdu (gülüyor).

Yapımcı olarak da çok başarılı projelere imza attınız.

Evet, ilk filmim Kuyu’dur. Ben çılgın proje diyorum ona çünkü henüz Lale Film’de çok yoğun bir şekilde çalışırken yapımcı olmaya karar verdim. Çok saygı duyduğum bir yönetmen olan Metin Erksan’la Kuyu filmi. Proje hem planladığımızdan uzun sürdü hem de daha pahalıya çıktı ama çok beğenilen ve bol ödüllü bir film oldu. Altı ayla sinema tarihinin yapım aşaması en uzun süren filmidir. Sonra Yusuf ile Kenan, Ah Güzel İstanbul, Kırık Bir Aşk Hikâyesi. Bu Filmlerde de Ömer Kavur’la çalıştık. Ayrıca birçok öğretici belgesel film de yaptım. Dublaj Tarihi, 4 bölüm, 5 saat; Türk Sinemasında İstanbul, Anadolu Selçuklu Çini Sanatı, Çağdaş Nasrettin Hoca Aziz Nesin gibi.

Osmantan Erkır, Necip Sarıcı ile sohbette

Sinemada tabiri caizse çekirdekten yetişmesiniz, bu sektörün neredeyse tüm birimlerinde emek vermiş ve duayen olmuş biri olarak sinema deyince neler geliyor aklınıza?

Sinemayı sevmek hayatı sevmektir diyoruz. Ben ilk olarak dört ya da beş yaşında sinemaya gittim. Kasımpaşa Geyikli Sineması. Bir sessiz filmdi. Büyülendim. Sinema bütün kültürleri bünyesinde taşıyor yedinci sanat olarak. Ulaşamadığın her şeye o görsellerle ulaşabiliyorsun. Ama tabii sinema deyince Yeşilçam’ın yeri ayrı... Yeşilçam sinemasının bir kutsiyeti var, duygusallığı var, hatıraları var. Okulsuzdur Yeşilçam; ben de, şehir tiyatrolarının kurucu kadrosu da, kameramanlar da bir eğitim almadan bu işi yaptık. Usta çırak ilişkisi içinde yürümüştür. Çok azdır aramızda eğitimli olan. “Sinemaya layık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz” diyor Atatürk. Keşke Atatürk döneminde bir sinema okulu da kurulabilseymiş. Konservatuvarlar, güzel sanatlar fakülteleri açıldı ama bir sinema okulu olsaydı çok farklı, eğitimli bir sinemamız olabilirdi...

İstanbul’u dolu dolu yaşamış birisi olduğunuzu biliyorum. Sizin İstanbul’unuz nasıl bir İstanbul?

Kelimelerle anlatamayacağım kadar güzel bir İstanbul. Çocukluğumun İstanbul’unda aklıma ilk olarak Kasımpaşa’nın meşhur tonozu geliyor. Eski zamanlarda Almanların yaptığı bu kanalın üstü akşamları bir yürüyüş yolu olurdu. Sonra İstanbul’un en meşhur bayram yeri yine Kasımpaşa’daydı. Ve Pera, ışıklı Pera. Kasımpaşa’da o zamanlar evlerin çoğunda elektrik yoktu, Beyoğlu’nda yaşamayı hayal ederdik. Sonra yıllar içinde bu hayalimiz gerçekleşti. Eski Çiçekçi Sokak’ta yaşadık mesela. Gülistan Güzey ile aynı evdeyiz, eski bir ev. Üstümüzde Rum Madam Despina vardı, kocası da Ermeni bir beydi, çok güzel uskumru dolması yapar, akşamüstü o güzel pirinç çantasıyla satışa çıkardı. Gerçekten kozmopolit bir atmosfer vardı, düşünün, ben çocukken çat pat Rumca konuşabiliyordum. O sokakta çok sanatçı otururdu ama daha önce burası genelevler sokağıymış. Hatta bir rivayete göre azılı katillerden Hrisantos bu sokakta doğmuş. Eski İstanbul’da kalan bir başka güzellik de İstanbul’un bahçeleri: Suriçi, Maltepe, Kartal bahçeleri, sonra Kasımpaşa, Kâğıthane bostanları ve Kuzguncuk’ta İlya’nın bostanı. Burada öyle güzel sebzeler meyveler yetişirdi ki İstanbul kendi kendine yetebiliyordu. Enginar, sırık fasulyesi, Çengelköy salatalığı, Arnavutköy çileği (büyük besteci Itri’nin yetiştirdiği), Eyüpsultan Mısta bey armudu gibi ve hepsi nasıl da lezzetliydi. Bir de şunu hep düşünmüşümdür: İstanbul’un filmcilerden telif olarak o kadar çok alacağı var ki... Çünkü filmlerde tepe tepe kullanılmayan bir köşesi kalmadı bu şehrin. Doğal bir platodur bu güzel şehir.

"Güzel bulduğum her şeyle duygusal bir bağ kurar oldum"

En çok neyi özlüyorsunuz İstanbul’la ilgili?

Bir kere şunu söyleyeyim, özlediğim şeyleri görme şansım yok artık. 70 sene öncesinin İstanbul’unu anlatıyorum size. Eski komşulukları özlüyorum mesela. O Rum, Ermeni, Musevi, Levanten ailelerin senin kandiline, bayramına gösterdikleri saygı. Onların yortularında gönderdikleri paskalya çörekleri. Ramazan’da, sanki gayrimüslim aileler de oruç tutuyormuş gibi ortada ne yemek görürsün ne de yemek yiyen birisini. Sonra minarelerden mikrofonsuz gelen güzelim ezan sesi. Öyle güzel okurlardı ki hocalar, insanlar durup o ezanı dinlerlerdi. Bir de eskiden belli semtlerin meşhur yiyecekleri olurdu, mesela Kanlıca’nın yoğurdu, Beykoz’un kalkanı ve karakulak suyu, onların hiçbiri kalmadı. Sonra eğlence dünyası, kalitesini Rumların gidişiyle tamamen kaybetti. O Rum ustaların işlettiği meyhaneler ve pastaneler yok olup gitti maalesef. Tepebaşı Şehir Pastanesi, Koço Usta, elitlerin buluştuğu Nisuaz ve Rejans unutulur mu?

Siz birçok güzelliği fotoğra adınız değil mi?

Evet, en büyük tutkularımdan biri fotoğraf çekmek oldu. Çok yoğun bir çalışma tempom olmasına rağmen her fırsatta kar kış demeden İstanbul’u fotoğra adım. Binlerce kare çektim. Sur turu yapardım mesela. Surlarda mermer taş üzerinde şövalye armaları vardı, onları çektim. İyi ki de çekmişim, hepsi çalındı onların. Sonra, Hoca Ali Rıza resimlerine hayranım, fotoğraf çeker gibi resim yapıyor. Dedim ki ben bu resimlere sahip olamayacağım, en iyisi gideyim onun resim yaptığı açılardan fotoğraf çekeyim, Çamlıca Tepesi, fıstık çamları... Çok mezar taşı fotoğrafı da çektim. İki sene sonra gidiyorsunuz bulamıyorsunuz çektiğiniz şeyleri. Binlerce kareyle belgeledim İstanbul’u. Tabii ki efsane film Kodachrome ile.

Peki, antika tutkunuz? Arşivlemek, eski objeleri toplamak ve koleksiyon tutkunuz nereden geliyor?

Ben de zaman zaman düşünüyorum ve şöyle hissediyorum: Çok fakirlik içinde yaşıyor, evde bir şey koyacak yer bulamıyorsun. Ben o şartlarda bile ilkokul de erlerimin bir kısmını saklayabilmişim. Saklamak bir içgüdü. İlk zamanlar objelerin bir koleksiyon değeri olduğunu bilmiyorsunuz. Güzel bulduğum her şeyle duygusal bir bağ kurar oldum. Sonra çok güzel antika pazarları kurulurdu, mesela Şişhane’de Yahudi pazarı vardı, Üsküdar’da meydan pazarı, öyle güzel eşyalar almışımdır ki oralardan. İçeride gördüğünüz gramofon da oradan. Tabii daha bitpazarına nur yağmamıştı o zamanlar. Aşina olduğum şeyler oldu, aşk derecesinde hat, tesbih [Necip Sarıcı’nın Dua Taneleri – Tesbih isimli bir kitabı vardır, o yüzden “tesbih” yazılışı tashih olarak görülmemiştir], ebru gibi. Bunları koleksiyona çevirebildim. Ben hep satıcıyı da koruyarak alım yaptım, hakkını vermeye çalıştım ama benden hep hediye ya da bağış olarak istediler (gülüyor). Yunus’tan tamamlayayım: Mal sahibi mülk sahibi/ Hani bunun ilk sahibi/ Mal da yalan mülk de yalan/ Var sen biraz oyalan.

Necip Bey, kitaplar yazdınız, sergiler açtınız, müzelerin kurulmasına büyük katkı sundunuz. Tüm bunlara değinemedik bile... Ya bundan sonrası? Gerçekleştirmek istediğiniz bir hayaliniz var mı?

İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar. Bir müze hayalim vardı. Ben onu, o beni canlı tuttu. Bir hat vardır: “Allah güzeldir güzeli sever”, biz güzeli seviyoruz. Güzel bir alanda çok iyi kürate edilmiş, kendime ait bir Necip Sarıcı Müzesi istiyorum. Bunca yıldır aradığım, bulduğum, aldığım, koruduğum, araştırdığım, sinemamızın ve tiyatromuzun belgeleri, senaryoları, afişleri, fotoğra arı... Sonra Türk sinemasının en önemli filmlerini çeken kameralar, birbirinden nadide hatlarım, ebrularım, resimlerimden oluşacak benzersiz bir müze. Sanatsal bir sunumla şiirsel bir atmosferde bir müze olsun istiyorum. Şöyle bitireyim bu faslı: Hiç ummadığın yerde, nâgâh açılır perde, derman erişir derde. Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.

Necip Sarıcı
Yeşilçam
İstanbul
Lale Film
Lale Film Stüdyosu
Osmantan Erkır
Sayı 006

BENZER

Kalben, kendi müzik yolculuğunu, küçücük bir çocukken müzikle kurmaya başladığı ilişkiyi, yedi yaşında blok flütle Fikret Kızılok’tan “Bu Kalp Seni Unutur mu?”yu çaldığı günleri, yaşadığı sıkıntılarda nasıl müziğe sığındığını kaleme aldı.
1929-1933 yılları arasında, mart, nisan ve mayıs aylarında şehir gündemine düşmüş olaylar, o olaylara dair anları donduran simge fotoğraflar ve ilgili gazete haberleri...
Borusan Contemporary, içinde bulunduğumuz süreç ve ruh haliyle örtüşen yeni sergisini yine dönemin ruhuna en uygun şekilde izleyiciye sunuyor. Acı Reçete #2, sanal alemde 7/24 takip edilebilecek.