Türkiye'de yaratıcı bir kadın olmaya özel zorluklar yaşıyor musunuz?
Ben, kişisel olarak bir zorluğunu görmedim. Ama belki de önüme çıkan zorlukları ‘zorluk’ olarak görmek istemedim. Çünkü kendimi öncelikle ‘insan’ olarak görüyorum. Toplum açısından konuşursam, zorluk tabii ki var, kadınların kendilerini ifade etme süreçleri zorlu oldu çünkü. Ama zorluk yaşayan kadınların her zaman kuvvetli olduğuna ve her şeyin üstesinden gelebileceğine inanıyorum.
Yaratıcı kadın olmak neden daha farklı algılanıyor sizce?
Sosyokültürel, sosyopolitik ve toplumsal olarak bu farklı algının değerini anlıyorum ama ben daha başka bir yerden bakıyorum bu konuya. Kadın oy hakkı kazandı gibi bir hak sahibi olma durumuna sinirleniyorum, bu hakkı kim elimizden aldı da sonra izin veriyor ve biz de geri alıyoruz? Irk, renk gibi cinsiyetin de farklılaştırılan bir şey olduğunu düşünmek bana doğru gelmiyor. Yanlışın o kadar öbür ucundayız ki! Üzücü olan da zaten bizim hakkımız olan bir şeyi ele geçirdiğimiz için kendimizi kutlamamız! Sorguladığım şey de tam bu; bunları hak olarak konuşuyor olmamız bile tamamen yanlış bence. Morgan Freeman’a şu soruyu sormuşlar: “Black History, yani Siyahîlerin Tarihi- hakkında düşünceleriniz neler?”, Morgan Freeman şöyle cevap vermiş: “Ne siyahî tarihi?”… Adam insan önce, siyah-beyaz farkına varlık vermiyor. Böyle olması lazım. Daha genelin penceresinden baktığı yerden bakarsak; yüzyıllar boyu çektiğimiz dertleri kanımızda taşıyoruz bizler. Sanatta kadınların yaratıcı olmasını durduran bir şey yok. Kaldı ki her insan gibi, her demokratik toplumda olması gerektiği gibi kadınların duygusal, maddî, mental, sosyal olarak bağımsızlıklarını ellerinde bulundurması gerekiyor. Ama kadının kendini ifadesinin bağımsızlığına gelmeden önce, toplumdaki yerini korumamız, kurtarmamız gerekiyor ki sadece sanatta değil, hayatın her alanında ifade özgürlüğüne sahip olsun. Ben şanslı bir aileye sahibim, kendimi istediğim alanda ifade etmeme engel olmadılar ama herkesin bu şansa sahip olmadığını biliyorum; onların kalben her zaman yanındayız.
Sanatta kadın konusunu işlemek, bu bakış açısıyla algıyı nasıl değiştirebilir?
Başta erkekler sonra hepimiz önce kadın-erkek farkının olmaması gerektiğini kabul etmeliyiz. İşte o zaman, mesela ‘kadın film festivali’ ismine gerek kalmaz, olması gerektiği gibi sadece film festivali olur. Kadının özel bir konu olarak işlenmesi ihtiyacı neden var? İnsanız her şeyden önce çünkü. Tıpkı cinsiyet konusu gibi insanların derisinin rengine göre ayrım yapmak da beni sinirlendiriyor, bir derinin hangi tonunda ayrım yapılmaya karar verildi? Derinin hangi tonu cazip değil? Dünya tarihinde büyük bir yanlış bu!
Türkiye, sanatınıza nasıl ilham veriyor?
Kültürel olarak çok zengin olduğumuz için, yüzyıllar boyu medeniyetlerin gelip geçtiği yol üstündeki bir topraktan bahsediyoruz. Çokluluk var. Bakmadan elini atsan bile elin boş çıkmıyor ilham konusunda. Tarihe daha çağdaş gözlerle bakmayı seviyorum, o yüzden buradaki ilham kaynaklarından mutlaka bir şey bulurum. Hatta o kadar çok işlemek istediğim konu var ki, ömrüm yetmeyecek. Mesela, İhsan Oktay Anar'ın kitaplarından bir tanesini işlemeyi çok istiyorum; müthiş bir dehanın üretimi olan eser sahneye kendini verebilir. Kadın konusuna geri dönersek; erkek kahramanlarımız olduğu gibi kadın kahramanlarımız da var. Onları da işlemek isterim ama sırf kadın oldukları için değil. İlginç olduğu için. Mesela, Afife Jale Balesi'ni yaptım. Çok önemliydi, sahneye çıkan ilk Müslüman Türk kadını çünkü. Ya da mesela Alice de kadın ama hikâye kadın olduğu için oluşmamış, bir çocuğun hikâyesi. İzleyiciye bu ayrımı yapmaması gerektiğini öğretmemiz, eğiterek göstermemiz gerekiyor. Avrupa'da müzik seçmelerinde müzisyenler bir perdenin arkasında müziklerini sunarlar. Ne ırk, ne kimlik, ne cinsiyet ayrım nedeni olmaz bu mükemmel uygulama sayesinde. Jüri de sadece yeteneği ölçer. Salt yetenek üstüne işleyen bir sistem oluşmuş böylelikle. Ülkemizde uygulandığını duymadım henüz. Gerçi beden formunu görmek gerektiği için dans açısından bu mümkün değil. Sanat dışında önemli bazı mesleklerde de hepimizin yanlış düşüncesi var; bir hakimin, doktorun ya da mühendisin kadın olabileceği ilk başta aklımıza gelmez mesela. Önemli otoriter meslek alanlarında kadınları görmeye şaşırmadığımız bir dünyada yaşadığımız zaman medeniyet ilerlemiş olacak.

İstanbul Modern Dans Topluluğu'ndan evvel 1992'de Ankara Modern Dans Topluluğu kuruldu. Uzun bir süre Ankara' da yaşadınız ve çalıştınız. Şimdiki İstanbul hayatınızdan dönüp baktığınızda iki şehrin çalışma temposu, motivasyonu, izleyici tepkisi, zorluk yahut kolaylıkları gibi farklılıklarını saptayabiliyor musunuz?
İki şehir arasındaki majör fark öncelikle trafik tabii ki, genel dağılım, yüzölçümü ve İstanbul’da çoklu merkezler olması… Kadıköy, Beşiktaş, Beyoğlu, Bostancı, Şişli gibi. Ankara’da bu yoktur mesela, genelde şehir Kavaklıdere ve Bahçelievler gibi bir ya da iki yerde toplanır. Hoş, daha geçen gün Ankara’daydım ve yayılan korkunç bir kentleşme gördüm, korktum. Kimliksiz, karaktersiz cam gökdelenler şehri olmuş maalesef. Fakat Gazi Osman Paşa’nın, Tunalı Hilmi’nin tadı başkadır, asla değişmem! Sanat hayatı İstanbul’da daha aktif olduğu için herhangi bir gece gidilecek etkinlik sayısı daha fazla, herhangi bir gün gezilecek tarihî mekân ya da sanat galerisi sayı olarak çok daha fazla. Hal böyle olunca İstanbul’da konsantre olmak ve oldurmak Ankara’dan daha zor. Ankara’da herkesi toplayıp odaklanma sağlayabiliyorsunuz. İstanbul’da dikkat dağıtan, zaman tüketen o kadar çok faktör var ki, bu açıdan daha zor. Ancak ilham ve kreatif olarak uyarılma açısından İstanbul tabii ki daha fazla imkân sağlıyor. İzleyici durumuna gelince; İstanbul’da daha geniş bir spektrum var, izleyici daha çoklu işler görebiliyor. Fakat bu çoklu işleri görmek niteliğin seviyesini izleyici gözünde indirgiyor mu diye de soruyorum kendime? ‘Her şeyi alkışlayan izleyici’ kategorisinde mi kalıyoruz acaba? Bu çıkmaza cevap bulamadım henüz… Son iki yılda sahne sanatlarına talep arttı, bunu vurgulayalım. Zorlu PSM, Uniq gibi merkezlerin etkisi büyük.
Modern dans ve İstanbul arasındaki ilişkiyi sormak isterim. Birbirine ne kadar ilham veriyor bu şehir ve bu sanat dalı?
Her büyük metropol gibi İstanbul’un da o kadar çok çekici tarafı var ki. Koca bir tarih yatıyor şehrin tabanında. Şimdi’yi, geçmiş’i ve geleceği görebiliyorsunuz, koklayabiliyorsunuz. Modern dans, anlatım teknikleriyle zaman-mekân-içerik ekseninde koreografa daha fazla olasılık sunuyor. Beden, dans bestecilerinin elinde sadece biçim aracı değil anlatısal bir araç haline gelebiliyor.
Güldeste gibi on yılı aşkın süredir sahnelenen eserleriniz var. Bunun yanında, Alice, Sertab’ın Müzikali gibi güncel ve prodüksiyon açısından daha farklı eserleriniz sahnede. Bir eserin başarılı ve uzun soluklu olacağını nasıl hissediyorsunuz?
Bu biraz o eserin ya da prodüksiyonun kimin tarafından yapıldığı ile düz orantılı; bir devlet tarafı var, bir de özel sektör. Eskiden Devlet Opera ve Balesi’nde gişe kaygısı yoktu. Sahne sanatlarını tanıtmak, sevdirmek ve yaymak gibi bir misyonumuz olmakla beraber sanatı salt sanat için yapıyorduk. Son on senedir, hâlâ bu prensiplerin üzerinde durmamıza rağmen, gişe kaygısı biraz daha ön plana çıktı. Dolayısıyla, sanat yönetmeni olarak repertuvar seçiminde artık hangi eserin daha fazla izleyici çekeceğini düşünmek zorundayım. Bu, yaratıcı sanatçılık için de geçerli olabiliyor: Bir jimnastikçi gibi o ince barın üzerinde düşmeden yürümeye çalışır bir halde, hatta atraksiyon yapıp dengede inmeye çalışır buluyorsunuz kendinizi… Bir eserin başarılı ve uzun soluklu olacağını hissetmek kolay iş değil, fakat tecrübe ile ‘his’ arasında bir şey diyelim. Özel sektör ise başlı başına ayrı bir durum. Orada hayatta kalma direkt gişe endeksli olduğu için, hem çok ticarîleşip sanattan ödün vermeden hem de aynı zamanda albeni yaratacak son noktaya kadar gitmek zorundasınız. İki alanın ortak paydaları olsa da, kan akışları ve konjonktürleri birbirinden farklılık gösteriyor diyebilirim. Bununla beraber, tanıtımın bir eserin hayatında ne kadar büyük rol oynadığını da her seferinde hayretler içerisinde izliyorum.
İstanbul üzerine bir müzikal ya da dans eseri hazırlasanız, en çok hangi semtten ve hangi olaylarından bahsedersiniz?
Kesinlikle Bizans’a kadar giderim diye düşünüyorum. Tarih seviyorum, tarihten kaynaklar alıp çağdaş düşünce ve yaklaşım metoduyla çakıştırmayı, oyunun içinde zamanı bükmeyi, varoluşsal katmanlar yaratmayı seviyorum. Hiciv seviyorum. Bu, tabii ki özgün oyunlar yazdığım zaman olan işler. İstanbul’u bir Wes Anderson ya da Christopher Nolan gibi anlatabilmeyi isterdim.
İstanbul'dayken mesleğiniz dışında nasıl bir hayatınız var? Sevdiğiniz yerler, semtler nereler? Nasıl ve nerede zaman geçirirsiniz genellikle?
Beşiktaş-Taksim-Kadıköy üçgeninden çıkabilirsem İstanbul’u tam anlamıyla yaşarım demek yanlış olmaz. Çalışma saatlerimiz çok değişken; akşam temsiller, turneler, proje hazırlığı vb. derken özel hayata açıkçası pek vakit kalmıyor. Zaten yaratıcı sanatçılık meslek olmaktan çıkıp yaşam tarzı oluyor. ‘Eve iş getirmemek’ kavramı pek geçerli değil, çünkü film seyrediyor olsam bile yönetmenin gözünden izleyip kamera açısıydı, müzik kullanımıydı, kurgusuydu, bunlara bakıyorum. Bir gösteriye, konsere gitsem, bu sefer sahne kullanımı, ışık, kostüm gibi detaylara bakarken buluyorum kendimi. En son tam anlamıyla herhangi bir ‘izleyici’ gibi kendimi kaptırmam uzun zaman önce Philip Glass’ı CRR’de izlerkendi! Çoğu zaman ya Zorlu PSM ya da SSKSM kulislerindeyim ya da evde çalışıyorum. İstanbul semtleri, tabii ki Beyoğlu, Asya tarafında ise Kuzguncuk, Çengelköy, Kanlıca sahili. Ayrıca bulabildiğim ve kendimi atabildiğim tüm yeşil alanlar!